Dün bugün BirGün

CENGİZ BOZKURT

Babamın pankreas kanseri olduğunu öğrendiğimde 14 yıldan beri yaşamakta olduğum,her köşesinde ayrı bir anımın olduğu gençliğimin şehri Londra’yı,işimi,kariyerimi,her şeyimi arkadaşlarımı büyük kızımın şaşkın bakışları arasında geride bıraktım. Bir günde Türkiye’ye yerleşmeye karar verdim ve 2003 yılının Kasım ayının sonuna doğru koltuk arkaları yatık ve içi kitaplarım,giysilerim,birkaç parça vazgeçemediğim eşyamla dolu olan arabamla İpsala Sınır Kapısı’na ulaştım. Tek başıma 3 gündür yoldaydım. Zürih’teki evinde bir gece uyuduğum arkadaşlarım ertesi gün arkamdan güle güle el sallamışlar,‘Yine yapıyorsun bir delilik’ demişlerdi ama sanki özenmişlerdi de bana. İsviçre’nin dağlarından İtalya’nın kuzeyinden girmiş;güneyine,çizmenin burnuna,Brindisi’ye kadar hiç durmadan araba kullanmıştım. Yol boyu geçtiğim her ülkenin radyo istasyonlarını dinleyerek tek gitmenin sıkıntısını atmaya çalışmıştım. Feribot kuyruğunda kimse arabasıyla durduğu yerden şüphe etmezken,emin olamayıp bir kaç kişiye “İgoumemitsa mı” diye tekrar ede ede soran hallerimizden birbirimizin Türk olduğunu anlamış yine gülüşmüştük. Alman plakalı Trabzonlu bir Laz,İtalyan plakalı Maraşlı bir Kürt ve İngiltere plakalı Kastamonulu bir Türk,yani ben. Fıkra gibi geçmiştik 800 kilometrelik Yunanistan’ı. Üçümüz de tektik,internetten yol numaralarını çıkaran,harita üzerinde çizimini yapan beni,en gençleri olduğum ve ev ödevimi iyi yapmış olduğumdan dolayı öne koydular. ‘Biz seni takip ederiz’ dediler. Saatlerce ikisinin de sorumluluğu üzerimde,bir gözüm dikiz aynasında geçmiştik tüm gece boyunca Yunanistan’ı. Aralarda mola verip uyumamak için sert kahveler içmiş,birbirimize takılmış,kahkahalar atmıştık. Memlekete gelince bir anda ‘öküz öldü ortaklık bozuldu’ gibi olmuştu ama,kuyrukta kucaklaşmış,bundan sonrasının bilinene yolculuk olduğunu sessizce tasdiklemiş,gururlu tebessümlerle birbirimize son kez bakmış arabalarımıza geçmiştik.

Sabah yanılmıyorsam 9:30-10:00 arası kuyrukta giriş sırası bana geldiğinde pasaportumu arabanın kâğıtlarını verdiğim kulübedeki memur,“İngiltere’den mi geliyorsun sen” dedi. Evet dedim. ‘Bak sizinkilere n’apmışlar İstanbul’da,dikkat et ha” diye arkasındaki televizyonu gösterdi. İngiliz Konsolosluğu’na ve HSBC’ye bombalı saldırı olmuş,onlarca ölü olduğu söyleniyor,ambulans,çığlık,bağırış sesleri ve olayı ‘sıcağı sıcağına’ anlatan haberciler insanı daha da endişelendiriyordu. Tüm yorgunluğuma,babamın sağlık sorunlarına rağmen yüzümden eksik olmayan tebessüm bir anda yok oldu. Gümrük ana binasına geçtiğimde insanlar ayakta yüksekçe yerdeki televizyonu sessizce izliyorlar,anlamaz gözlerle etrafa bakınıyorlardı.

3 gündür yolda olduğum ve sadece radyodan müzik dinlediğim için gündem takip edememiş ben de bilinene geldiğimi düşünürken bir şaşkın suratla bilinmeze doğru gözleri dalgın İstanbul’a doğru sürmüştüm arabayı. Bir taraftan cep telefonuma Londra’daki arkadaşlarımdan mesaj yağıyor,kimisi de arıyordu. ‘O arabayla dolaşma,bırak bir yere gitsin’ diye,araba İngiliz plakalı ve sağdan direksiyonlu olduğu için hedef olacağımı düşünen arkadaşlarım bile oldu. Gülüyordum yine her zamanki gibi ama bu seferki biraz acı gülümsemeydi. Memleketi o kadar da özlemişken,her şey burnumda tüterken nasıl bir günü seçmiştim İstanbul’a gelip yaşamaya başlamak için… Levent ve civarı onlarca ölü sebebiyle kapatılmış olduğu için arka sokaklardan Beşiktaş Abbasağa Fırın sokağa,bundan sonraki 8 yılımı geçireceğim daireye yerleştim arkadaşlarımın yardımıyla. Sonrasında her gün gazeteleri internetten takip ederek,haberleri izleyerek,siyasi gündeminden ve sokaktaki hayattan uzaklaşmadığımızı sandığımız,yurtdışında onun için yatıp kalktığımız memleketim her gün beni daha da afallatıyordu. Londra’ya kıdemli bir ODTÜ’lü olarak Ankara’dan gitmiştim gerçi.İstanbul’da hiç yaşamamıştım,turistik geziler ve ÖDP’nin katıldığı 1997’deki seçimlere Londra’dan gelmiş,hem havaalanında oy kullanmış hem de Kadıköy bölgesinde bir aylık seçim çalışmasında gece gündüz çalışmıştım. Kadıköy’de şimdi yanına bile yaklaşamadığımız bir sonuç almış (2.40 civarı) ama küçümsemiş,kendimizi başarısız bulmuş,13 yaşımdan beri yurt içi,yurt dışı hiç bir zaman kopmadığım bizim çevreyle ‘niye başarısız olduk’ toplantıları yapmıştık. İstanbul,içinde yaşadıkça,aynı evde yaşamaya başlayınca sizi her gün yeni bir şeyle abandone eden,çok iyi tanıdığınızı sandığınız bir sevgili gibiydi...

Çok iyi bildiğimi sandığım ülkemde her geçen gün ne kadar az şey bildiğimi yüzüme vuruyordu. Herkes para konuşuyor gibi geliyordu,herkesin söylemi çok ırkçı,herkesin buluşma sözleri vermesi güvenilmez geliyordu. Zaman hem beni hem de memleketimi değiştirmişti ama simitin,vapurda içilen çayın tadını,sokak satıcılarını,rengârenk pazar yerlerini değiştirmeye gücü yetmemişti. Beşiktaş Pazar’ına gidip,saatlerce,anlamsızca yürüdüğüm,Beşiktaş- Kadıköy vapuruna sırf geçmiş olmak için binen,inmeden geri dönen günlerden geçiyordum,memleketimin insanı,medyası kendisi hakkında ne kadar az bildiğimi suratıma çarpıyordu her gün...

İşte nezaketsizliğin kaldırımda yürürken bile beni köşeye sıkıştıran o bencil hoyrat insan tipine şaşkın şaşkın bakarken almıştım senin güzel haberini. ‘Çok ortaklı,bağımsız,patronsuz gazetenin’ haberini veren arkadaşlarım beni hiç şaşırtmamışlardı. Hiç bitmeyen enerjisi ve umuduyla yine yeniden projelerle bir yerden uç veren bu insanlar benim yıllardır birlikte yürüdüğüm yol arkadaşlarımdı. Tam da bize yakışan bir şey yapıyorduk,gazetenin Karaköy’deki ilk bürosuna heyecanlarımızı,umutlarımız yığıyorduk. Geldi zaman gitti zaman;yalan yok,sana dair umutsuzluğa kapıldığımız zamanlar da oldu,düştük kalktık,bu tiplerin bizim yanımızda ne işi var dediklerimiz de oldu,kişisel hırstan gözü dönmüşleri de gördük,bizi kullanmak isteyen kifayetsiz muhterisleri de. Her şeye rağmen gecesini gündüzüne katanlar buradaydı ama o alışık yüzler,samimi gülüşler,bilindik yolcular. Sayısız insan,inanılmaz emek ve birikim koydu senin çocukluğuna. Bir ara benim bile dış haberler yazıları yazmışlığım var sana ilk yıllarında. El bebe gül bebe büyüttü insanlar seni ve sıcak bir Haziran gecesi denk geldi ergenliğine. Büyümüştün artık,cesaretli,pervasız arkadaşlar edindin…

Gururla,göğsümüz kabararak okuyorduk artık seni,neşesi,mizahı hiç eksik olmayan başlıklarında,yazılarında. Sen bizim için bir gazeteden ötesin,bunu böyle bil. Her türlü,provokasyona,kaos planlarına,linç kültürüne,insan,çocuk ölümlerine,cinayetlere,karamsarlığa,yalana,iftiraya,kısacası insanın yüzündeki gülümsemeyi alıp,berhava edecek her şeye rağmen bizim direngen neşemiz,n’aparlarsa yapsınlar yok edemeyecekleri sıcak tebessümsün.. Eski bir dostla aniden beklenmedik bir yerde karşılaşıldığındaki heyecan,umut ve samimiyetsin,bilindik ve tanıdıksın. Yani sen bizim için hem Fatsa hem Hopa’sın,hem Yeni-Çeltek hem Soma,hem ODTÜ ÖTK hem Muhalefet’sin,hem Veli Eskili hem Ali İsmail Korkmaz’sın,hem Direniş Komiteleri hem Gezi’sin,hem Özenç hem Berkin’sin. Kısacası hem dünümüz hem bugünümüzsün. Geçmişimiz,yarınımız,umudumuzsun,yani bizim için sen hem Demokrat’sın hem BirGün’sün. Tanıdıksın,bilindiksin..

12. yaş günün kutlu olsun BirGün...