Geçen hafta demokrasi ve sosyalistler konusunda kalmıştım, oradan devam etmek istiyorum. n son kamuoyu yoklamalarında halkın ‘ülkemizin en önemli sorunu nedir’ sorusuna...

Geçen hafta demokrasi ve sosyalistler konusunda kalmıştım, oradan devam etmek istiyorum.

En son kamuoyu yoklamalarında halkın ‘ülkemizin en önemli sorunu nedir’ sorusuna verdiği cevaplarda demokrasinin hep alt sıralarda yer aldığını söylemiştim. Üst sıralarda ise daima işsizlik ve yoksulluk yer alıyor. Demek ki işsizlik ve yoksulluk ile demokrasi arasında bir bağlantı olmadığını düşünüyorlar. Doğru da düşünüyorlar. Burada da yanılan taraf geçen hafta da belirttiğim gibi sosyalistlerdir. Aslında bu konuyu daha evvel de işlemiştim ama çok önemli olduğundan değişik açılardan bakmak, değişik yönlerini görmek gerekiyor. Bu ilişki zaten baştan beri zayıftır, geçerli olduğunu söylediğim 19. yüzyılda bile çok kuvvetli değildir. Günümüzde ise durum şu:

Küreselleşme, sermayenin sınıf mücadelesini ulus-devlet alanından kaçırmasıdır. Böyle bir yanı da vardır. Antonio Negri, sermayenin ulus-devlet sınırları içindeki mücadelede köşeye sıkışmaya başladığını, bunun üzerine küreselleşme çözümüne yöneldiğini söylüyor. Ben böyle anlıyorum ve doğru buluyorum. Ulus-devlet sınırları içinde sınıf mücadelesi sermayeyi durumu taşıyamaz noktaya getirmişti. Bu daha çok ABD ve Avrupa için doğru olmakla birlikte Türkiye için de geçerlidir. 1976 bildiğim kadarıyla Türkiye’de reel ücretlerin en yüksek olduğu ve sosyal güvenlik sisteminin de gelişmeye devam ettiği bir yıldır. Bunu da Türk sermayesi taşıyamazdı. 12 Eylül bu nedenle yapıldı diyemem, o kadarını bilmiyorum ama Türkiye de 1980’den itibaren küreselleşmeye döndü.

Neoliberal küreselleşme dünyaya hâkim olunca ulus-devletlerin manevra alanları çok anlamsız düzeylere indi. Böyle olunca ulus-devlete yönelik sınıf mücadelesi de boşa düştü. Sosyalistler bunu anlamakta, anlayamadığım nedenlerle güçlük çektiler ve bu hâlâ devam ediyor. Örnek olarak son mitingi ele alalım. İşsizlik hızla yükseliyor, kriz vuruyor, Türk-İş, DİSK, Hak-İş hepsi katılıyor, sosyalistler de destek veriyor ve 12 milyon nüfuslu İstanbul’da sadece 50 bin kişi katılıyor. Neden? Çünkü işçilerin ve işsizlerin böyle bir mitingden hiçbir umudu yok. Ben bu miting yapılmasaydı filan demiyorum. Haddime düşmez. Ne var ki durum bu. O mitingdeki talepler kime yönelik? AKP’ye mi, CHP’ye mi, devlete mi, Türkiye’deki sermayeye mi? Hepsine birden olsa ne yazar? Hiçbiri muhatap değil, çünkü o talepleri isteseler de karşılayacak durumda değiller.

Thatcher’ın “başka alternatif yok” sözünü bu açıdan yorumlamak lazım. İşçi sınıfı ise kendi alternatifini henüz oluşturabilmiş değil.

Zaten demokrasi sınıf mücadelesi açısından işe yarar durumda olsaydı bunun bayraktarlığını yıllardır yapan sermaye olmazdı.

Barış ve demokrasi sürerse bu uzun vadede dünya çalışanlarının işine yarar. Buna inanıyorum. Ne var ki bu başka şey, günümüz konjonktüründe demokrasi sayesinde işçi sınıfının kazanımlarını artırabileceğini sanmak başka şey. 

Geçen haftaki ve bu haftaki yazılarda Türk sosyalistlerinin din politikası olmadığını, demokrasiyi doğru yerden kavrayamadıklarını ve sınıf mücadelesinin durumunu da pek anlayamadıklarını kısaca ele almaya çalıştım. Türkiye neoliberal küreselleşme sürecinde, tarihi bir krizin başlangıcındaki bir dünyada ve muhalefetin siyasal İslam üzerinden yaşandığı ve bunun tamamına henüz ermediği, Kürt mücadelesinin gündemi belirlediği bir ortamda yaşıyor. Bu koşullarda sosyalizmin yükselişe geçmesinin nesnel koşullarının olmadığını söyleyebiliriz. Bunu da doğal karşılamayı bilmek gerekir. Böyle dönemler olur ve bazen uzun sürebilir. Ne var ki başka bir açıdan bakarsak, sosyalistler olduklarından çok daha güçlü olabilirdi, entelektüel ağırlığını bu kadar kaybetmeyebilirdi. Bunun sebebi 1970’lerde kalan ve kaldığı yerin ne olduğunu da hâlâ pek anlayamayan Türk sosyalistleridir.