Son dönemde üniversitelerimiz üzerinden tartışılan sürdürülen bir konu aslında yıllar önce Immanuel Kant’ın teorisinde ortaya koyduğu,....

Son dönemde üniversitelerimiz üzerinden tartışılan sürdürülen bir konu aslında yıllar önce Immanuel Kant’ın teorisinde ortaya koyduğu, “resmi otorite ile dinamik güçler” arasında bir gücün kontrol altında tutulması konusunda verilen mücadeleden başka bir şey değil. Üniversitelerimizdeki bu parçalı bulutlu hava aslında uzun yıllardır tohumlanmaktaydı ve şimdilerde rüzgâr bulutlarıyla yağmura fırtınaya dönüştü.
Bu çatışmanın diyalektiği gereği karşılıklı savlar gelişmiş ve bu tartışma ortamları bilimin özgürlüğünün önemini ortaya çıkarmıştır. Bilimin özgür olarak yapılması ve resmi otoritenin etkisinden kurtulması için verilen üniversiteleşme süreci bilim lehine kazanılmış görünse de yine resmi otorite, bilimi bir şekilde kontrol etmeyi elden bırakmamıştır.
Latince’de, universitas kelimesinin karşılığı olan loncanın anlamı “bağımsız ve tüzel kişiliğe sahip ve ortak çıkarları olan kişiler topluluğu” ile başlayan ve insanların bir araya gelerek konuştukları (beyin fırtınası yaptıkları) alanların sistematik olarak bilginin düzenlenmesini ve düşüncenin serbestçe açıklandığı alanlardır” denir.
Üniversitelerin, düşünce ve inanç özgürlüğünün, ileri demokratik normlarla ve yasaklama olmaksızın yaşanabildiği bilimsel mekân ve ortamlar olması gerektiğine inanırım. Bireysel özgürlükler, başkasının özgürlüklerini engellemediği sürece, ülkemin tüm insanları aynı eğitimden yararlanma hakkına sahiptirler ve bu hakları ellerinden alınamaz.
Üniversiteler ve akademisyenlerle ilgili yapılmakta olan tüm yorumları değerlendirdiğimizde, tüm akademisyenlerin özgürlüklerden yana olması gerektiği ortaya çıkıyor. Ve öğrencilerin de özgürlükleri kullanıyor olması gerçeği de. Yani Kant‘ın yukarı da dillendirdiğimiz “resmi otorite ile dinamik güçler” ini temsil eden üyeleri, özgürlüklerden yana takındıkları tavırları ve kavramları savunuyorlar dillendiriyorlar, ancak bir taraf bu gücün kontrolünün ellerinden gitmesinden dolayı hezeyan içerisinde iken, diğer taraf ele geçen bu kontrolün yönetimiyle ilgili kimi tasarruflarda bulunma arayışında. Her iki taraf da “Bilim adamı yasakları savunamaz, savunmaması gerekir” derken elbette ortak noktada buluşuyorlar, ancak 12 Eylül sonrası oluşan YÖK Yapılanmasında bugüne kadar yönetimlerin özgürlüklerden yana tavır takındığını söylemek neredeyse imkânsız. Hatta üniversitelerin işleyişinde şeffaf ve hesap verilebilir olmak yerine, kayırıcılığı yaşatmak hatta bu işleri gizli kapaklı sürdürmek, diyalektik ortama büyük zarar verdi.
Ülkemizdeki üniversitelerin özgürlükçü açılımları için demokratik özgür üniversiteyi ortaya çıkarmak, oluşturmak için bu tartışmaları son derece faydalı bulmalıyız. Çünkü daha önceki dönemlerde, yapılan haksızlıklara karşı, varolan sisteme direnen çok sayıda akademisyen, öğrenci, idareci, personel, nasıl bir yargısız infazla karşı karşıya kaldı, nasıl bir şekilde işlerinden ekmeklerinden edildi, hepimiz biliyoruz. Üniversitede yoksulluk hatta açlık sınırının altında çalışmaya zorlanan emekçilerin yalnızlaştırılmaya çalışıldığı, dirençlerinin kırılarak hakaret edildiği adeta bir psikolojik yıldırma (mobbing)(1) hergün bu masum insanlar üzerinde denendi ve denenmekte.
Tepeden inmeci sistemde, önce üniversite içerisinde akademisyenlerden seçkinci bir grup oluşturuldu. Daha sonra bu seçkinci gruba yaranacak bir başka hayran adaylar grubu oluşturuldu. Ve korku kültürü ile varedilecek bu oyunun provaları başladı. Piramite bağımlı başka daireler de zamanla oluşturuldu. Sonunda bu yapılanma içerisinde emperyal gruba karşı direnme gücü kırılıyordu. Şöyle ki, ya o gruba dahil olmak ve üniversitede kalabilmek için “vicdanınızla pazarlık yapacaksınız” dendi ya da karşı duruş için çaresizce yasal yollardan hak aranmasına yol gösterildi. Hem devlet hem de özel üniversitelerde bu senaryoya direnenler cezalandırıldı, tazminatları verilmedi. Böylelikle adaletsiz gidişe dur diyecek, karşı çıkacak diğer kişilerin de önü kesildi. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) bilimsel tahakkümleri yok etmekteydi, bunu rektörler destekliyor, akademisyenler boyun eğiyordu.
Kısaca kendileri gibi tek boyutlu ve hiyerarşik düşünmeyen farklı insanların da aynı çatı altında olduğunu görmek istemediler. (En başta bu emperyal zihniyeti yok etmek amaç olmalıdır. Üniversitelerin parasız olması gereklidir.) Yanısıra özel üniversitelerin sayısı hızla artarken, üstelik parası olanın eğitim görme fırsatı yaratıldı. A… Kişisinin, B…. Kişisinin çocuklarıyla özel üniversiteler tıkabasa dolduruldu.
Yeni bir yapılanmanın öncesinde, YÖK’ün bilimsel ve eğitsel özgürlükleri yok eden tahakkümüne, bu tahakkümün uygulayıcısı yöneticilere ve bu tahakküme boyun eğen akademisyen tipine, nitelikten yoksun niceliğin çoğunluk sultası altında Üniversitenin özü olan “niteliği” yok etmeye çalışmasına, üniversitenin bağımsızlığını kaybetmesine ve şirketleşme sürecine, üniversitenin kamusal hizmet yükümlülüklerinden uzaklaştırılmasına, üniversitenin piyasalaştırılmasına, üniversite yönetimlerinin yapmış olduğu her türlü insan ve özlük hakkı ihlallerine (koridorlara konan kameralar, giriş çıkışlardaki güvenlik kontrolü) eleştirel akla ve özgür bilime tahammülleri olmayan dayatılmış sistemlere ve politikalara, kendini yeniden üreterek yeni varoluşlar ortaya koymak isteyen akademisyenin kendini ifade etme hakkını gasp eden zihniyete, dönük yaptırımların olacağı günleri beklemekteyiz.
(1) Kaynak: http://www.mobbingturkiye.net/