17 Aralık Türkiye-AB ilişkileri

17 Aralık Türkiye-AB ilişkileri açısından bir dönüm noktası olarak görülmüştü. 3 Ekim'de başlayacak olan "tam üyelik" görüşmeleri ile birlikte Türkiye demokrasiye doğru yelken açacak, dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalmış olan köhnemiş "devlet yapısı" süreç içinde değişime uğrayacaktı. İnsan haklarına saygılı, demokrasiye bağlı, dolayısıyla da dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında yer alan bir Türkiye ufukta görünmüştü

AKP, bu değişime öncülük ederek, hem kendi tarihsel köklerinden kaynaklanan kuşkulardan kurtulacak hem de ekonomi ve siyasette sergilediği tutumlar nedeniyle uzun yıllar iktidarda kalmayı garanti altına alacaktı. Enflasyon düşüyor, yabancı sermaye girişinde önemli hareketlenmeler görülüyor, kamu açıkları ortadan kalkıyor, özetle ekonomi iyiye gidiyordu. Üstelik bütün bu "ekonomik başarı"ya AB'ye uyum gerekçesiyle ardı ardına Meclis'e sevk edilen "demokratikleşme paketleri" eşlik ediyordu. Nihayet bu ülke çözemediği bütün sorunları AB sürecinde çözme şansını yakalamıştı.

Bundan daha bir yıl önce egemen medyada hakim olan hava bütünüyle buydu. Ne olduysa bundan sonra oldu; şiir okuduğu için hapishaneye atılmış bir Başbakan'ı olan Türkiye'de 17 yaşındaki bir öğrenci Nazım Hikmet'in bir şiirini okudu diye gözaltına alındı. Verdiği bir demeç nedeniyle Orhan Pamuk'un kitapları toplatıldı. "Vicdani retçi" Mehmet Tahran tutuklandı ve hapishanede linç edilmek istendi. Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacak olan Ermeni Konferansı ertelenmek zorunda bırakıldı. Sadece "ana dilde eğitim hakkı"nı savunduğu için Türkiye'nin en büyük sendikalarından biri olan Eğitim Sen için kapatılma kararı çıktı. Trabzon ve Sakarya'daki toplu linç girişimleri; bayrak krizi sırasında dile gelen "sözde vatandaş" dışlamaları, Adalet Bakanı'nın "arkadan hançerleme" söylemleri, TCK'da yapılacak değişikliklerle basın özgürlüğünün kısıtlanmak istenmesi

Benzer bir durum ekonomi açısından da geçerli. Yüzde onlara varan büyümenin, tek haneli rakamlara düşen enflasyonun, 4 bin 500 dolarlara çıkan kişi başına milli gelir hesaplarının gerçekte yaşananlarla hiçbir ilgisi yok. IMF politikalarının uygulanmasından ibaret bir hükümet politikasının halka vaat ettikleri yoksulluk ve işsizlikten başka bir şey değilken, makro ekonomik göstergeler konusundaki bu "göz bağcılığı" ne denli sürdürülebilecek? Bir "rüya" olarak sunulan AB sürecinin "kabus"a dönüşmesi aslında halka sunulan "pembe tablo"ya inanmayanlar açısından bir sürpriz değil. AKP iktidarı ne kadroları ne de tabanı açısından gerçek bir özgürleşme ve demokratikleşme sürecini taşıyabilecek yapıya sahip değil. AKP'nin en büyük şanssızlığı, bugün "demokratikleşme" adına atacağı her adımın biraz da kendi "dünya görüşüne" ve geçmişine karşı atacağı adım olmasıdır. Yıllardır demokratikleşmeyi bir "araç" olarak algılamış olanların; farklı dinsel inançlara sahip olanları "öteki" olarak görmüş olanların, gerçek bir demokratikleşmenin "militan"ı gibi davranmaları mümkün değildir. "Eski rejim"le kora kor bir hesaplaşmayı göze almaksızın, yeni bir rejimin kurulabilmesi Türkiye gibi bir ülkede imkansız sayılabilir. Salt "dış güçlere" endeksli bir "değişim" anlayışının varıp dayanacağı nokta ancak ve ancak "dış güçlerin" istek ve çıkarlarına uygun bir değişim olabilir. AKP içte "meşruiyet" elde edebilmek için başlangıçta böyle bir "dış desteğin" taşıyıcısı rolüne soyundu. AB konusunda iştahlı davranması, IMF politikalarının katı uygulamacısı olma konusunda gösterdiği irade; zaman zaman sapmalar olsa da ABD ile ilişkiler hep bu temelde kuruldu.

Şimdi bir "kırılma noktası"na gelinmiş durumda. Son günlerde yaşananlar göz önüne alındığında, AKP ile buraya kadar diye düşünmek mümkündür. Bundan sonra AKP'nin yapacağı "muhalefet yokluğu"nu kullanarak iktidarını bir dönem daha sürdürme ihtimali üzerinden yürümektir. Bu, "günü kurtarma vizyonu"nun ülkeye ne getireceğini ise hep birlikte yaşayacağız.