Cuma günkü yazımızı, Ahmet Çakmak’ın ‘Demokrasi ve sınıf mücadelesi’ başlıklı yazısında ifade ettiği bazı tezleri eleştireceğimizi söyleyerek bitirmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim...

Cuma günkü yazımızı, Ahmet Çakmak’ın ‘Demokrasi ve sınıf mücadelesi’ başlıklı yazısında ifade ettiği bazı tezleri eleştireceğimizi söyleyerek bitirmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim.

Ahmet Çakmak, kamuoyu yoklamalarında halkın ‘ülkemizin en önemli sorunu nedir’ sorusuna öncelikle işsizlik ve yoksulluk cevabı verdiğini, demokrasinin ise epey alt sıralarda yer bulduğunu söylüyor. Doğru. Ve ekliyor: “Demek ki işsizlik ve yoksulluk ile demokrasi arasında bir bağlantı olmadığını düşünüyorlar. Doğru da düşünüyorlar. Burada da yanılan taraf (...) sosyalistlerdir.”

İşsizlik ve yoksulluk ile demokrasi arasında bağ olmadığını söylemek, iktisatla siyaset arasında bağ olmadığını söylemekten farklı değil. Ama biz biliyoruz ki, bu iddia, kapitalizmin başlıca öncüllerindendir. Siyaset ve iktisat, iki ayrı alan olarak birbirinden koparılır. Böylece, insanlar yoksulluklarının ya da işsiz olmalarının nedenini, esasen (kendilerinin pek de akıllarının ermediği) teknik bir mesele sanırlar. Zaten sermaye, başta düzen partileri olmak üzere onun politik örgütleri ve elbette medya, döne döne hep bu masalı anlatırlar: Ekonomiye siyaset karıştırmayın! Yani? Bırakın iktisat, toplumsal ihtiyaçlardan, insanların aş, iş, sağlık, eğitim gibi hayatî meselelerinden bağımsız, kendini düzenleyen özerk bir alan olarak kalsın!

Bu yüzden değil midir, sosyalistlerin başlıca mücadele alanı, emekçileri sermayeden, sermayenin politik parti ve akımlarından ve devletten ideolojik ve politik olarak bağımsızlaştırmak.

•••

Ahmet Çakmak devam ediyor: “Zaten demokrasi sınıf mücadelesi açısından işe yarar durumda olsaydı bunun bayraktarlığını yıllardır yapan sermaye olmazdı.”

Burada iki iddia birden var: Birincisi, “demokrasi sınıf mücadelesi açısından işe yaramaz.” İkincisi, “demokrasinin bayraktarlığını sermaye yapıyor.”

İkincisine kısaca değinelim. Sermaye hangi demokratik hakkın bayraktarlığını yapıyor acaba? Aklıma, vaktiyle rahmetli Bülent Tanör’e yazdırdıkları demokratikleşme raporu  geldi. Orada dile getirilen asgari talepler karşısında bile tüyleri diken diken olmuş, raporun kendilerini bağlamadığını söyleyip Tanör’ü statükocu canavarların önünde yem gibi bırakmışlardı. Ayrıca, hepimiz biliyoruz ki, AB üzerinden uluslararası sermayeye eklemlenme projesine bağlı olarak kendilerini doğrudan etkilemeyecek demokratikleşme girişimlerine destek veren sermaye, iş ILO standartlarına gelince üç maymunu oynamaya başlıyor.

Birinci iddiaya dönelim... Ahmet Çakmak’ın sınıf mücadelesi açısından işe yaramaz bulduğu “demokrasi”den neyi kastettiğini hakikaten merak ediyorum. Mesela, ücretler, çalışma koşulları, istihdam ve sosyal güvenlik standartları namütenahi aşağı çekilmeye çalışılırken, özelleştirme yoluyla geçmiş kazanımlar birer birer geri alınırken, emekçilerin her türden örgütlenme, grev, toplu sözleşme ve sendikalaşma haklarının önündeki engel ve yasakların kaldırılması için yürütecekleri mücadele, aynı zamanda demokrasi mücadelesi değil midir? Bütün bu alanlarda elde edilecek kazanımlar sınıf mücadelesini de daha ileri taşımaz mı? Bundan daha dolaysız bir ilişki olabilir mi?

•••

Ahmet Çakmak, neoliberal küreselleşme nedeniyle ulus-devlete yönelik sınıf mücadelesinin zaten beyhude olduğunu söylüyor. (“Sosyalistlerin” bir türlü anlayamadıkları meselelerden biri de buymuş.) Çünkü ulus-devletlerin manevra alanları çok anlamsız düzeylere inmiş.

Hayri Kozanoğlu’nun 2 Şubat 2009’da BirGün’de yayınlanan ‘Küresel krizin neresindeyiz’ başlıklı yazısından bir alıntı: “Kriz ortamında devlet, ekonomiye güçlü bir aktör olarak müdahale ediyor. (...) Ama bu devletin,  geniş toplum kesimlerinin tüketim özlemlerini ‘etkin talebe’ çeviren; kamu hizmetleriyle hem istihdam yaratan, hem de yaşam standartlarını yükselten sosyal devlet değil, sermayenin akut sorunlarını ‘vergi mükellefinin’ cebinden çözmeye soyunan bir sınıf devleti olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ulus devletlerin ortadan kalkmadığının en önemli kanıtı da, felaket anında her hükümetin kendi banka ve şirketlerini kurtarmaya koşmasıdır. (...) Kredi piyasalarında, Alman bankalarının sırf Alman bankalarına, İngilizin sırf İngilize kredi açması gibi, 2 yıl öncesinde akla bile gelmeyecek bir tür ‘etnik arındırma’ politikasıyla karşı karşıyayız. (abç)” Kozanoğlu’nun tespitlerinin aksini iddia edecek kimse var mı?

•••

Hasılı, Ahmet Çakmak’ın sözünü ettiği ulus-devletlerin manevra alanları iş emekçilerin ekonomik-demokratik hak taleplerine gelince daralıyor. Enteresan olan, Ahmet Hoca’mın bu durumu kabullenmesi. Geçen hafta Türk-İş, DİSK ve KESK tarafından Kadıköy’de düzenlenen mitingden bahisle, “O mitingdeki talepler kime yönelik? AKP’ye mi, CHP’ye mi, devlete mi, Türkiye’deki sermayeye mi? Hepsine birden olsa ne yazar? Hiçbiri muhatap değil, çünkü o talepleri isteseler de karşılayacak durumda değiller” diyor ve ilave ediyor: “Thatcher’ın ‘başka alternatif yok’ sözünü bu açıdan yorumlamak lazım.”

Kadıköy’de toplanan işçiler, krizin bedelini biz ödemeyeceğiz, diyor. Ahmet Çakmak ne diyor, doğrusu tam anlayamadım. Bize şunu mu söylemek istiyor: Boş yere uğraşmayın. Zaten adamların yapabileceği birşey yok, bedeli ödeyeceksiniz!

Bu durumda ne yapmamız gerekiyor? Harç bitti, yapı paydos deyip sınıf mücadelesini tatile mi çıkaralım?

Evet, muhtemelen bu krizin bedelini de yine emekçiler ödeyecek. Ama ülkeyi yönetenlerin elinden zaten birşey gelmediği için değil; Ahmet Çakmak’ın “durumu sosyalistlerden daha iyi anladıklarını” iddia ettiği yoksullar Kadıköy’deki mitinge yeterince itibar etmediği için ödeyecek. Yani, içinde bulundukları yoksulluğun ve işsizliğin bizatihi demokratik hak mücadelesiyle alakalı olduğunu anlayamamış oldukları için.