Yol Spor: Genizdeki ter kokusu

MURAT MÜFFETTİŞOĞLU

Zaman düz gitmez; sadece döner, dönerken genişlemek ister... Hedef değil yoldur aslolan... 

Devrim, yaşamakta olduğumuz zamandır; beklemek ve bekletilmek istemeyen... 

‘Hedefi’ olumsuzlamak için değil, ‘yolu’ olumlamak niyetiyle yaptım bu girişi. Kaldı ki, mutlak bir hedeften söz edilemeyeceği gibi, koşullara göre değişip duran yollar vardır. Hedef denilen henüz gerçekleşmemiş ‘durum’, somut bir gerçeklik olan yol tarafından belirlenir durur. İşte bu yüzden devrim, bir son durak değil, dönmekte olan zamanın içinde derinleşip genişlemek isteyen bir yolculuktur. Sınıfsız bir yaşam, sömürgen ve öldürgen dünya zamanında bir insanlık idealidir; gerçekleştiğindeyse yolculuk bitmez; tam tersi, varlık olarak insanın ve doğanın önü açıldığından, yeni yollar ve yolculuklar bizi bekler…          

Devrimi, zamanı ve yolculuğu aynı paragrafta iç içe geçirince geçmişe gittim ve kendime şu soruyu sordum: “Devrimci Yol’ la aramda nasıl bir ilişki var(dı)?” Cevabı basitti: “Biraz çocuksu, biraz nostaljik, çokça gönülden ve samimi.”    

Bütün bunların ne anlama geldiğini bir çocuğun gözüyle ve bir yetişkinin aklıyla anlatmaya çalışayım:

Yetmişlerin sonlarıydı, ilkokula gidiyordum. Mahalledeki abilerimiz ‘Yol Spor’ diye bir takım kurdular. Onca havalı isim varken, doğrusu Yol Spor’ u pek iddiasız bulmuştum. Mesela neden ‘şimşek spor’ ya da ‘yıldırım gençlik’ değildi. Bütün günü yolda sokakta geçirdiğimiz için koyduklarını düşündüm önce; derken aklıma babamın Karayolları’ nda çalıştığı geldi. Hayatı greyder tepesinde geçiyordu: Yazın yeni yollar yapıyor, yaptığı yollar kışın kapanınca da açıyordu. Çocuk aklıma takılır, sormaya cesaret edemezdim: “Baba, madem kapanıyor neden açıyorsun? Seni az görüyoruz, biliyorsun.” Babamın yol işçilerinin kurduğu bir sendikaya üyeliği de vardı; Zonguldak’ a, Ankara’ ya, İstanbul’ a mitinglere giderdi. Bahçemizdeki dut ağacının tepe dallarından birinde otlanırken düşündüm bunları ve takımın adına neden Yol Spor koyduklarını anladım: Abilerim, ‘aç-kapa’ işine harcadığı yoğun mesaiden ötürü babamın gönlünü hoş tutmak istemişlerdi. Problemi çözmenin gururuyla ve Napolyon edasıyla dutun tepesinden mahalleye doğru baktığımı anımsıyorum... Her neyse, şeytana bacak arası yapacak tekniğe ve futbol zekâsına sahip olduğundan amcaoğlu Erdoğan Abimi takım kaptanı yaptılar. Seksen Darbesi’ ne kadar kasabada düzenlenen bütün turnuvaları, resmi gayrı resmi her maçı kazandılar. Onbeş dakikalık devre aralarında sahaya yakın bir kuytulukta toplanıp konuşurlardı. Oyun hakkında konuştuklarını işitmedim hiç; varsa yoksa siyaset, varsa yoksa onun bunun derdine derman olma çabası.  Dediklerinden hiçbir şey anlamazdım. Gerçi takımın gücü ve rakiplerin perişanlığı ortadaydı, taktik konuşup da ne yapacaklardı ki!.. Her şey bir yana, ırmak tarafından gelen meşe kokularına karışan ter kokularını severdim… Toprak sahadaki ve çarşıdaki havalarından etkilenip biz mahallenin küçükleri de gittik Yol Spor’ un yıldızlar takımını kurduk. Erdoğan Abimin giyim giysi sattığı bir dükkânı vardı; en ucuzundan desensiz tişörtler verdi bize, para filan da almadı. Elim biraz fırça tuttuğundan oturdum, Almanya’ dan amcamın ablamla bana getirdiği sulu boyalarla tişörtlerin arkasına numara ve yıldız kondurup önüne de büyük harflerle ‘Yol Spor’ yazdım. Akşama doğru boyalar bitmiş, annemden de kıçıma terliği yemiştim. Formaları yıkama şansımız doğal olarak yoktu; mahalle maçlarının ardından biriken ter kokusu bugün bile tatlı tatlı genzimi yakar... 

Evimiz iki katlıydı; biz birinci Erdoğan Abimler ikinci katta oturuyordu. Gece yarısına doğru yattığım odanın penceresi tıklatılınca, pantolunu pijamanın üstüne çeker dışarı fırlardım. Yol Spor’ un A takımı önde yıldızları arkada, gece ikilere kadar o duvar senin bu duvar benim koşturur dururduk. Mezarlık duvarına geldiğimizde keyfim kaçardı. En uzun yazılar oraya yazılır, ‘yıldız yumruk’ oraya çizilirdi. Ortama alışınca keyfim yerine gelir, elimde boya kovası, Erdoğan Abim’ i izlemeye koyulurdum. Hem seri hem dikkatli çalışırdı. K’ larına, Y’ lerine ve M’ lerine hastaydım; yıldız yumruğu o karanlıkta, üstelik iki dakikada ortaya çıkarmasına hayran olurdum... Tipitip cikletlerinden çıkan bir tişörtüm vardı, bir gece yazılamaya, daha doğrusu kova taşımaya onunla çıktım. İşimiz bitince üst baş batmış halde eve döndüm; üstümü değiştirmeden kendimi yatağa atıp uyudum. Ertesi sabah annem sıfır kilometre tişörtü kırmızıya bulanmış halde üstümde görünce terlik gene kıçımda patladıydı... 

Çocuklara hikâye uydurmak gibisi yoktur, dahası dünyanın en kutsal işlerindendir. Siz anlatırken yenilenirsiniz, onlar dinlerken genişlerler. Erdoğan Abim biz çocukları karşısına alır, komik ve korkunç hikâyeler anlatırdı, anlatmakla kalmaz çizerdi. Yüzünde hamamböcekleri, saçlarında bitler dolaşan, bu yüzden sürekli kaşınıp duran Drakula’ nın halini düşünsenize bir... Beyni dâhil bütün uzuvları her zaman hat safhada çalışan abim, son dönemlerinde sadece başını ve gözlerini hareket ettirebiliyordu. Hayal gücünün çalışmasına engel değildi bu durum. Yattığı odanın penceresinden görebildikleriyle oyalandığını söylemişti bir gün: Karşı apartmanın çatısına yuva yapmış güvercinlerin hareketlerinden kendince anlamlar çıkarmaya çalışıyormuş. “Bütün gün onları seyrediyorum” demişti. Başımı duvardaki tablolardan birine çevirmiş, boğazımdaki yumru geçinceye kadar öylece kalmıştım... İşi gereği senelerce evinden uzakta, otel odalarında yaşadı. Sulu boya resimler yaparak yalnızlığa katlanmaya çalıştığını biliyordum. ‘Güvercinler’ ondan duyduğum son hikâyeydi; anlattığında o ellidördünde, ben otuzsekizindeydim; bir yıl sonra da aramızdan ayrıldı, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ nde...

Yaşadığımız zamanın ruhunu kavrayıp ruhsuzluğunu gidermeye çalışmak; çocukluk anılarımıza, oyunlardan aldığımız saf heyecana, toprağın, kuşların, ağaçların, arkadaşlığın ve yolların bizim için ne ifade ettiğine ve yaşamdaki açık çelişkilere bakarak “yeni” bir toplumsal ruh yaratmak. Ucundan kıyısından yaşadığım için söylüyorum: mümkün bunlar! On yaşında bir kızım var. Şunu da eklemek boynumun borcu olsun: Bir çocuğun sokakla kurduğu ilişki babasıyla kurduğu ilişkiden daha önemsiz değildir. Pek çok babanın, köhne geleneklerin, devlet otoritesinin, siyasal iktidarların ve resmi ideolojilerin evdeki temsilcileri olduğunu, sistemin üretimine doğrudan katkıda bulunduklarını hesaba katarsak, sokağın ve sokakta kurulan ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu anlarız. Biz yetişkinlere gelince; yaşamın “sıradan” ayrıntılarındaki bütünleştirici yanları göremiyorsak, tarihsel merkezlerce ve iktidarlarca belirlenmiş anlayışlara biat etmeyi sürdürüyorsak, inanın insan potansiyelimize de yazık ederiz. Yaşayan politik filozoflardan birinin şu sözü derdimize derman sanki: “Bazen umut, ne becerdiğimizin anımsanmasıdır.”  

Babamla abim köyümüzün mezarlığında yan yana yatıyorlar, yüzyıllık meşelerin altında. Kızımın Kış adında küçücük masmavi bir kuşu vardı, ölünce onu da yanlarına gömdük. Köye her gidişimizde ilk işimiz üçünü de ziyaret etmek olur. Onların yaşarken yaptıklarını zaman zaman düşünüyor, yeri geldiğinde çevremle paylaşıyorum. Laf olsun diye değil, hangi koşullarda nelerin becerilebildiğinin kanıtları olarak. İkisinin yolculuğu hala sürerken, biz yaşayanlar için Yol’ un bittiğini kim iddia edebilir ki?