Bir on yılın imkansızlıklarına açmışlardı gözlerini. Dünya savaşıyordu, ekmek yoktu, tuz, şeker, patatates, un kısıtlıydı, uzun kışlarda üşürlerdi; bu yüz

Bir on yılın imkansızlıklarına açmışlardı gözlerini. Dünya savaşıyordu, ekmek yoktu, tuz, şeker, patatates, un kısıtlıydı, uzun kışlarda üşürlerdi; bu yüzden kavruk, cılız ve hastalıklıydı çocuklukları. Gelenekle yeni bir ülke kurmanının heyecanının bileşkesinde şekillendi ruhları. İmparatorluk görmüş, Cumhuriyet kurmaya tanıklık ediyorlardı.

Ölüme hep yakın oldular. Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Galiçya'dan Yemen'e ölüm haberleri aldılar; ya uzak bir akraba, ya hemen yanıbaşlarındakiler. Ölümün büyük boşluklar bırakarak o çocuk ruhlarından alıp götürdükleriyle başladılar hayata. Bu yüzden hepsinde ama hepsinde derin bir bilgelik, suskun bir ağırbaşlılık vardı.

Sonra yeni bir ülke inşa etmenin inancı doldu yüreklerine, savaşla başlamış hayatlarında ilk gençliklerini yeni bir savaşın soluklarını hissederek geçirdiler. "Karne günleri"nde; 5 yıla varan askerlikler, yokluklar yoksulluklar, hasretler yaşadılar. İlk aşklarına radyo cızırtılarına karışan Hitler'in boğuk sesiyle, "demir ağlarla ördükleri" vatan toprakları tanıktı. Ve yine ilk çocuklarına anneannelerinin, dedelerinin isimlerini verdiler hayatın bütün yıkıcılıkları na karşı geleneğin ve hayatın sürekliliği adına.

Hep ağırbaşlı; gösterişsiz ve anlayışlı oldular. Yoklukların, ölümlerin yoksullukların içinden süzülüp gelen bir sadelikti ortak özellikleri. Bu yüzden eşlerine hep tutkulu ve saygı dolu bir bağlılıkla bağlandılar ve bu yüzden çocuklarını çok sevdiler.

12 Mart ya da 12 Eylül günlerinde o zor ve katlanılmaz yaralarını yeniden kanatan "genç ölümlere" tanıklık ettiler bu kez. Ölen, öldürülen, hapislere atılan kendilerinin, arkadaşları nın, komşularının çocuklarıydı. Bir kez daha emniyet müdürlüklerinin, hapishanelerin kapılarında karşılaştılar "akranlarıyla", ölüme hep yakın olmuşlardı.

Şimdi bir bir ölüyorlar. Bize kokularıyla, şefkatleriyle vakur ve dürüst hayatlarıyla insan olmayı hatırlatan ölümleriyle ölüyorlar. Candan'ın; Birgül'ün, Ahmet'in, Esin'in, Cihan'ı n, Nevay'ın, Şadi'nin , Yaşar'ın, Ömer'in, Banu'nun ve isimlerini unuttuklarımın anneleri ya da babaları çıkıp gittiler hayatımızdan. Siz bu isimleri tanımıyor olabilirsiniz ama ne önemi var ki; ‘anlatılan hepimizin hikayesi’.

Biz ki; zamanı şaşırmıştık, ölüme arkadaşları mızdan başlayarak tanık olduk. Belki de cenazelerde buluştuğumuzda kekemeliğimiz bundan; başsağlığı dilerken telefonlarda asılıp kalan sesimiz, cenaze namazlarının kıyısında duruşumuz bundan. Şimdi annelerimiz babaları mız ölüyor bir bir. Acılarımız acılarımıza karışıyor. Oysa ki onlar yangın yeri gibi bir hayattan süzülüp gelen sevecenlikle ne de çok istemişlerdi oğullarının kızlarının acı çekmemesini, hep bir ilk torun sevinci olsun istemişlerdi hayatlarımız.

Cenazelere katıldım; katılamadıklarım bağışlasın; ölümlerini ve hayatlarını gördüm hissettim. Turgut Uyar da gördü; bir mezar taşı yazısı yazdı önce gidenler ve geride kalanlar için armağan olsun.

"'Ölüyü yıkadılar. Direnmedi. Anısı sürdü
İmam yakardı. El kaldırdık.
Sordu. İyidir dedik.
Omuzlarımıza aldık götürdük.
İyi ki geldiniz, burada bulundunuz
Her şey öyle uzun, biz soğukuz ve
Öyle solgunuz…"