Türk siyasetinin en önemli aktörlerinden biri olan TSK’nın cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden değişmez kırmızı çizgilerinden bahsedilebilir mi ? Ve bu kırmızı çizgiler mevcut...

Türk siyasetinin en önemli aktörlerinden biri olan TSK’nın cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden değişmez kırmızı çizgilerinden bahsedilebilir mi ? Ve bu kırmızı çizgiler mevcut sınırlar içinde devletin bölünmezliği ile Kemalist laiklik anlayışı olarak tarif edilebilir mi ? Bu tarif üzerinden ( ve bildiklerimizle sınırlı olarak) şimdiye kadar olanları değerlendirmeye çalışalım.

27 Mayıs bu tarife sığar mı ? Biraz zor. 27 Mayıs’ın önemli isimlerinden Sami Küçük nihayet anılarını yazdı. Küçük"ten alıntı yapılan bir gazete haberine göre, TSK 27 Mayıs sonrasında iktidarı bırakıp gitmeye niyetli değilmiş ama sosyal taban bulamamış. Şimdi, olayların göbeğindeki isim böyle söylüyor ama niyeti bu olan subayların hazırlattığı anayasa o zamanların en demokratik anayasalarından biri oluyor !

Kısa bir süre sonra, sanırım 1965’te 27 Mayısçı subaylardan Haydar Tunçkanat, ABD’nin solun silahlandırılması üzerinden bir darbe planlamakta olduğunu söylüyor ( 9 mart girişiminden değil, bir ABD planından söz ediyorum, Türkiye radikal solu Tunçkanat’ın o konuşması ile hesaplaşmasını hâlâ yapmadı bildiğim kadarıyla) ve 12 Mart oluyor. Benim kanaatim o süreçte TSK’nın önemli bir değişim geçirdiğidir. Bu değişim ve orada ABD’nin rolü konusu da bildiğim kadarıyla yeterince incelenmiş değildir. 12 Mart bu anlamda, 27 Mayıs karşıtı bir girişimdir ve nihai sonucuna 12 Eylül ile ulaşmıştır. Böyle bir bakış açısından bir değerlendirme de bildiğim kadarıyla yapılamamıştır.

27 Mayıs’ın getirdiği anayasa çerçevesinde legale çıkıp hızla gelişen Türk radikal solu 12 Eylül ile ezilmiştir. Hikâye bu açıdan da ele alınmalıdır diye düşünüyorum, Tunçkanat raporu hesaba katılarak.  Ben bütün bu olup bitenleri Misak-ı Milli içinde devletin bölünmezliği ve Kemalist laiklik açısından bakarak açıklayamıyorum. Sovyet tehdidi karşısında bu ülkenin komşusu Türkiye ile ilgili ABD planları ve 1950’de kesintiye uğramış Kemalist ( jakoben ) modernleşme projesi kavramları ile bakınca bana açıklaması daha kolaymış gibi geliyor. Bu ikisi çelişince ABD planı ağır bastı ve TSK değişime uğratılarak 12 Eylül ve sonrasındaki hüviyetine büründü. Tabii yine sosyal taban bulamadı ve ipler iyice 1950’den bu yana her seçimi kazanan damarın eline geçti. Kürt ayaklanması bu çelişkiyi ikinci plana itmiştir ve TSK da değişime uğratılmış olduğundan bu çelişki maddi temelini de kaybetmiştir. Buna memleketin blok sağa oya oy veren yüzde 70’lik seçmen kitlesinin daha da dincileşmesi eklenince TSK ve CHP ama bu sefer öyle bir sağ çizgide buluşmuştur ki memlekette merkez sağ partilere gerek kalmamıştır.

Konuyu bu şekilde işlemeyi sürdürebilirim, biliyorsunuz ciltlere sığmaz. Peki ben şimdi bunları niye yazdım ? Çünkü Susurluk, Ayışığı ve Sarıkız lafları arasında sıkışıp kaldık. Bazı yüksek rütbeli subayların gözaltına alınması demokrat olduğunu söyleyen kesimde sevinçle karşılandı. Sanki Hilmi Özkök olmasa idi darbe olacaktı. Kısacası yine sığlaştık.

Ne Hilmi Özkök kendi başına darbeyi önleyebilir, ne de Tolon, Eruygur, Küçük vb.’nin gözaltına alınmasıyla darbe tehlikesi ortadan kalkar. Ne sabah akşam “ay bugün darbe olur mu acaba” diye yatıp kalkmanın anlamı var, ne de TSK’yı da kapsayan operasyonlarla sistemin mekanizmaları değişir. Darbe gerekiyorsa ve şartları oluştu ise sen Tolon ve Eruygur"la uğraşırken ötekiler yapar.