Size de oluyor mu, bilmiyorum. Bu mevsimde, yazdan sonbahara dönerken bir halsizlik beni ele geçiriyor. Sekiz saatlik deliksiz bir uykudan da uyansam, yataktan sanki bütün gece...

Size de oluyor mu, bilmiyorum. Bu mevsimde, yazdan sonbahara dönerken bir halsizlik beni ele geçiriyor. Sekiz saatlik deliksiz bir uykudan da uyansam, yataktan sanki bütün gece dayak yemiş gibi kalkıyorum. Belki de yaşlanma alametleri.

Hastalıkla aramda hep ince bir çizgi oluyor. Ne hasta ne sağlam. Tam arada bir yerde. Birkaç gün nezle yokluyor; tam atlattım derken bu defa hafif bir grip hali...

Havaların gidişatına göre tedbir almak da çok mümkün değil. Sabah bakıyorsunuz günlük güneşlik. Gömlekle çıkıyorsunuz. Öğleden sonra küçük çaplı bir fırtına... Ya da tam tersi. Sabah bulutlu ve serin bir hava, öğleden sonra yazdan kalma bir gün. Ne giyseniz ofsayta düşüyorsunuz. Hastalığa davetiye çıkaran durumlardan biri de bu olsa gerek.

Bir yandan da bütün bunlar, o halsizlikler, kırıklıklar, tembelliğe meyyal bünyemin sanki işine geliyor gibi... Belki de o yüzden çok seviyorum sonbaharı... Yoksa ‘hazan mevsimi’ mi demeliydim?

•••

Bu mevsim, insanın vücudunu ne kadar sarsıp sallıyorsa daha fazlasını zihnine yapıyor. Malum, ölümün mevsimi... Hüznün, melankolinin... İyi bir yazar olsaydım, daha çarpıcı tabiat tasvirleri yapar, dünyanın renginin nasıl değiştiğinden, ölü yapraklardan, yağmur bulutlarından, göçmen kuşlardan, harikulade günbatımlarından falan bahsederdim. Böyle şeyler yazmayı beceremiyorum. Bir de, ola ki bir an için elimden gelse ve yazsam, altında benim imzam olduğunda, ‘kuşkulu’ bir tarafı olacakmış gibi geliyor yazının...

Neyse, biz yine konunun daha iyi bildiğimiz yanına, sonbahar halsizliğiyle başgösteren tembellik hallerine dönelim.

•••

Bayram tatilinde Burgazada’daki tembellik günlerinden birinde, epey bir aradan sonra ilk kez eski fotoğraflara baktım. Çocukluk, ilk gençlik ve sonraki yıllar...

Artık çıplak başları pırıl pırıl parlayan dostlarımızın sırma gibi saçlarının alınlarına döküldüğü, ne yiyip ne içeceğimiz konusunda zerre kadar kaygı duymadığımız, dahası böyle şeyleri aklımızın ucundan geçirmediğimiz yaşlarda incecik bedenlerle ve şimdi gözümüze bir tuhaf görünen o pantolonlar, o ceketler, hasılı o kıyafetlerle yanyana dizilip objektife tebessüm ettiğimiz, genellikle kimin tarafından çekildiği hiç hatırlanmayan siyah-beyaz fotoğraflar...

Bir kez daha düşünmeden edemedim, hayatımın en mutlu yıllarını geçirdiğim ODTÜ’den tek bir fotoğraf yok. ‘Profesyonel disiplin’den geriye kalan tek pişmanlık.

Hatırlıyorum, bir akşam kampustaki pastanede otururken, Filistinli arkadaşlarımızdan biri masadaki 4-5 kişinin topluca resmini çekmek istemişti. Tam çekecekti ki, o sırada pastanede bulunan ve durumu farkeden ‘sorumlu’lardan biri engel olmuştu. Biz de yediğimiz fırçayla kalmıştık.

•••

Siyah-beyaz fotoğraflar gözümüze ne kadar kıymetli geliyor şimdilerde, değil mi? Sanırım, sadece eski zamanlara ait oldukları için değil. Hem o, hem de sayılarının az olması... Küçük bir kutuyu bile dolduramayacak kadar.

Yaşı müsait olanlar bilir, fotoğraf çektirmek o zamanlar şimdiki gibi ‘harcı alem’ bir faaliyet değildi. Herkesin bir fotoğraf makinasının olmaması, her bir ‘pozun’ dikkate alınması gereken maliyeti vb olur olmaz resim çektirmeye imkân vermiyordu. Hatta annelerimizin, babalarımızın neslinde, ailenin ya da arkadaş topluluklarının bir araya gelip üşenmeden bir stüdyoya gitmelerine, herkesin dikkatle poz vererek fotoğraf çektirmelerine bakılacak olursa, sözünü ettiğimiz koşullarda biz ‘şanslı’ bile sayılırmışız. Şimdilerin dijital dünyasında herkesin, özellikle küçük çocukların, gençlerin neredeyse her günü belgeleniyor ya bir fotoğrafla ya da bir video görüntüsüyle... Yıllar sonra o fotoğrafların, o görüntülerin ne ölçüde duygusal anların vesilesi olacağı sanırım biraz şüpheli.

•••

İşte o siyah-beyazlardan biri... Sultanahmet meydanındaki çaybahçesi. Yıl, 1990 gibi... Tansel ve Sevda ile bir masadayız. Bana bakıyorlar. Ben parmaklarımın arasındaki sigarayı objektife doğru uzatmış bir şeyler söylüyorum. Hatırladığım kadarıyla, o günlerde sigarayı bırakmaya karar vermiştim ve o fotoğraf güya bu kararın bir belgesi olacaktı. Bilmem söylemeye gerek var mı, hâlâ içiyorum. Ama Sevda bunu bilmiyor. Çünkü o birkaç yıl önce aramızdan ayrıldı. Gencecikken...

•••

O fotoğraflar, hani artık bu dünyada olmayan bir dostumuzun, bir yakınımızın, eski bir sevgilinin siyah-beyaz yüzü, galiba safiyane bir nostaljiden daha fazlasını anlatıyor. En çok da bugün yaşamakta olduğumuz hayatlarımızı kuşatan abuk subuk hırslarımızın, aptalca takıntılarımızın, beyhude tutkularımızın, gizliden gizliye beslediğimiz utanç verici kıskançlıklarımızın, hepsinin nasıl da boş şeyler olduğunu... Bunu anlamak için ne kadar çok duvara toslamamız gerektiğini... Anladığımızı sandığımız zamanlarda bile yeni tuzakların eşiğinde bir kör gibi dolaştığımızı... Hasılı, şu ölümlü dünyadaki bütün hıyarlıklarımızın kısa bir tarihini hatırlatıveriyor solmaya yüz tutmuş siyah-beyaz bir fotoğraf, o fotoğraftaki artık solmuş bir yüz.

•••

Bir yaştan sonra mevsimlerin ve yılların amansız bir kovalamacaya girdiğini bilirsiniz. Küçükken 2000 yılını düşünürdüm. Öyle uzak görünürdü ki gözüme... Binyılı devirdiğimizde 40 yaşında olacağımı hesap eder şöyle derdim kendi kendime: 40 mı? Yuh!

Geçen zamanı bir yerinden tutup durdurmak mümkün değil. Ama şu sonbahar var ya, dünyaya büyük bir hüzünle bakmamız için elinden geleni yapan bu mevsim, her gelişinde bir şans daha verir insana, dönüp geriye bakmak ve unutmamak için.

Sonra da Turgut Uyar’ın dediği gibi... Gider.

“...

eylül toparlandı gitti işte

ekim falan da gider bu gidişle

tarihe gömülen koca koca atlar

tarihe gömülür o kadar.”