“Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca sivil halkın saflaştığı, yaygın bir iç savaş yaşamadı. En azından, geçen yüzyılda İspanya ve

“Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca sivil halkın saflaştığı, yaygın bir iç savaş yaşamadı. En azından, geçen yüzyılda İspanya ve Yunanistan’da yaşanan türden bir ‘nihai hesaplaşmaya’ tanık olunmadı, bu topraklarda...
Sıkça söylenir... “1984’ten sonra başlayan PKK eylemleri, zaman içinde yaygınlık ve etkinlik kazandıkça ortaya çıkan toplumsal gerilimde bile, halkın ‘sağduyusu’ galebe çaldı. Taraflarını Türk ve Kürt kökenli sivil yurttaşların oluşturduğu çatışmalara tanık olmadık. Şiddet, her iki tarafın silahlı güçleriyle sınırlı kaldı.”
Öyleyse, bu ülkenin insanlarının sağduyusuna her koşulda güvenmek mümkün, diyebilir miyiz?
Emin değilim.
•••
“Yukarda, taraflarını sivil halkın oluşturduğu bir iç savaş felaketi yaşamadığımızdan söz ettiysek de bu, eşiğinden dönmediğimiz anlamına gelmiyor.
Hatırlanacaktır; 1970’li yılların sonunda Malatya’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da bir kaç gün içinde yüzlerce yurttaşın hayatına mal olan katliamlar yaşandı.
Bütün bu saydığımız kentler, Sünnilerle Alevilerin içiçe yaşadığı kentlerdi. O yıllarda mezhep ayrımı, ülke çapındaki siyasal ayrışmanın en tehlikeli toplumsal izdüşümüne tekabül ediyordu. Nitekim, varolan ‘tarihsel husumet’, faşist kışkırtmaların tetiklediği kitlesel şiddet patlamalarına dönüştü. (...)
Şimdilerde ‘yetişkin’ diyebileceğimiz, yaşları 25-35 arası bir kuşak, yani toplumun en dinamik ve etkin olması beklenen kesimi, bu ülkede bir grup insanın bir başka grup savunmasız insanı satırlarla, dahrelerle çoluk çocuk demeden doğradığı bilgisinden yoksun yaşayıp gidiyor. Bu anlayış, yani olmamış gibi davranmak, belki bakışta geçmiş düşmanlıkları küllendirmek gibi görülse de, asıl vahim sonuç tarih bilincinin körelmesidir.
Öyleyse, Türkiye toplumunda, her koşulda güvenebileceğimiz bir toplumsal sağduyunun rehavetine sığınamayız.
•••
“Görmemiz gereken bir başka gerçek de, Türkiye’nin birçok önemli kentinde demografik yapının 80’li ve 90’lı yıllara göre niteliksel bir değişime uğradığıdır. Unutmayalım ki, Kürt meselesinin silahlı çatışma boyutunda yaşandığı en yakıcı dönemde, iki halkın ülke çapındaki demografik dağılımı bugünkü gibi değildi. Elbette, büyük kentlerde ihmal edilemez bir Kürt nüfusu o zaman da vardı. Ancak, bu kesim uzun yıllar kent hayatı içinde Kürt kimliğinin ötesinde sosyal konumlar kazanmış bir topluluktu. Hem Kürtler hem de Türkler için savaş, uzaklarda bir yerlerde sürüp giden, istenmeyen bir hadiseydi. Dolayısıyla, zaman zaman şehit cenazeleriyle gündeme gelen küçük kışkırtmalar dışında kayda değer bir çatışma yaşanmadı.
Lakin durum şimdilerde epey farklı. Özellikle İstanbul’da, İzmir’de, Mersin’de, Adana’da ve daha birçok kentte oluşan ‘getto’larda yaşayan, hayatın kıyısına itilmiş muazzam Kürt nüfusu için savaş, hâlâ bedelini ödedikleri bir yakınlıkta. Dahası baskın kimlikleri, şu veya bu biçimde taraf olmak durumunda kaldıkları bu süreçte şekillenmiş.”
•••
Yukardaki satırları, beş yıl önce, 30 Mart 2005’te bu köşede yazmıştım. Geçen beş yıl içinde, çok şükür ciddi bir toplumsal hadise yaşamadık. Ama kısa süre önce Muş’ta, Muğla’da, bu hafta İnegöl ve Dörtyol’da yaşananlar, söz konusu tehlikenin kritik bir sınıra geldiğini gösteriyor.
Evet, devletin bugüne kadar uyguladığı şiddet temelli politikalar Kürt sorununu çözmek bir yana daha da içinden çıkılmaz hale getirdi.
Evet, AKP iktidarının Kürt meselesi konusunda kendinden öncekilerle arasında esaslı bir fark yok. ‘Açılım’ söylemi boş çıktı, tutuklamalar, operasyonlar şiddetlenerek sürdü.
Evet, hâkim medya, milliyetçi/devletçi söylemiyle yangına körükle gitti.
Evet, Türkiye’nin faşist siyasal yapıları bu çatışmadan kendisine güç devşirmek için kışkırtma, provokasyon gibi metodlara müracaat etmekten geri durmadı.
Senelerdir bunları yazdık, söyledik, eleştirdik.
Ama gelinen noktada artık PKK’nın da son dönemde önüne koyduğu politikaları gözden geçirmesi gerekmiyor mu? ‘Silahlı mücadele’nin kategorik olarak doğru ya da yanlış olduğunu tartışacak değilim. Fakat, şunu sorabiliriz: Bir siyasi mücadele aracı olarak ‘şiddet’, özellikle Kürt muhalefetinin bugün ulaşmış olduğu boyutlar göz önüne alındığında hangi kazanımların yolunu açacak? Ya da bugün önüne koyduğu programa artık ne ölçüde hizmet ediyor? Siyasi, kültürel, demokratik taleplerinin dikkate alınmasında bir etkisi mi var... Yoksa, iki halkın barış içinde birarada yaşama imkânlarını geri dönülmez biçimde tahrip etmesi muhtemel bir süreci mi zorluyor?
Öyle bir eşiğe geldik ki, Kürt meselesinin bundan sonraki seyrini, PKK’nın, bu basit ama hayati öneme haiz sorulara vereceği cevap tayin edecek, büyük bir ihtimalle...
Elbette bu sorular, son dönemde Türk basınında açıkça dile getirilen ve Kürtleri hedef alan ‘defolup gidin’ tonlaması taşıyan ‘ayrılıkçı’ tutumun karşısında PKK’nın da aynı sonucu zorlayacak karşı bir politikayı benimsemediği varsayımıyla soruldu.