Bu pazar yazısını genç dostlarımıza ayırdım. Onlara, -yılların tecrübesinden yola çıkarak ‘masanın en karizmatik şahsiyeti’ olmaları için gerekli bazı bilgileri vermek istiyorum...

Bu pazar yazısını genç dostlarımıza ayırdım. Onlara, -yılların tecrübesinden yola çıkarak ‘masanın en karizmatik şahsiyeti’ olmaları için gerekli bazı bilgileri vermek istiyorum.
Ve hemen konuya giriyorum.
•••
Diyelim ki, alkol alınan bir masadasınız. Buralarda herkesin keyfini kaçıracak konular maalesef çok sık gündeme gelir. Münasebetsiz biri, lafı mutlaka sigaranın, içkinin zararlarına getirir. Onlara şunu söyleyin: “Çalışmak; içki, uyuşturucu ya da savaştan çok daha fazla insan öldürmektedir. Her yıl yaklaşık iki milyon insan, işle ilgili kazalar ve hastalıklar yüzünden hayatını kaybediyor; buna karşılık savaşlarda her yıl 650 bin kişi ölüyor.”
Konuya felsefi bir boyut kazandırmak için de ilave edin: “Çalışmak insanın doğasına aykırıdır!” Buradan devam etmek için muhataplarınızda bir heves görüyorsanız yürüyün, aksi taktirde ücretli emek düzeninde çalışmanın bir zorunluluk halini alması gibi konulara girmenizi tavsiye etmem. Meseleyi ajit-prop bir gösteriye dönüştürmenin faydasından çok zararı olur.
•••
Diyelim ki, masayı Ege kıyılarında bir sahil kasabasına kurdunuz. Biri içkisinden bir yudum alıp gözlerini kısarak denize bakacak ve masmavi sulara “şarap rengi deniz...” diyecektir. Arkadaşı uyarın: “Eski Yunancada ‘mavi’yi karşılayan bir kelime yoktu. Yunan şairi Homeros, İlyada ve Odysseia’nın tamamında dört asıl renkten bahsetmiştir: Bunlar kabaca siyah, beyaz, yeşilimtrak sarı ve morumsu kırmızıdır. Homeros gökyüzüne ‘bronz’ dediğinde, gökyüzünün ‘bronz renginde’ olduğundan değil, onun tıpkı bir kalkan gibi gözkamaştırıcı şekilde parlak olduğundan bahseder. Benzer bir yaklaşımla şarap ve denizin aynı renkte olduklarını düşünür.”
•••
Diyelim ki, aynı masanın sakinlerinden biri –enteresan bir biçimde- vokta martini siparişi verdi. Eğer ortamda sinemaya meraklı biri varsa duraksamaksızın taşı gediğine koyacaktır: “Vaay! Bond ha, James Bond.” Aslında o arkadaş, konunun bütün amatörleri gibi votka martiniyi Bond’un en sevdiği içki sanarak sizden rol çalmaya yeltenmektedir. Hemen devreye girin: “James Bond’un en sevdiği içki... Votka martini değil!
Ian Fleming’in tüm külliyatını üşenmeden didik didik eden bir internet sitesi, Bond’un tüm romanlarda toplam 317 kez içki içtiğini gösteriyor. 101 viski (58 bourbon, 38 scotch), 30 bardak şampanya, önemli bölümü Japonya’da geçen İnsan İki Kere Yaşar’da (You Only Live Twice) 35 defa Japon likörü... Meşhur votka martiniyi ise sadece 19 kez içiyor. 16 defa da cin martini.”
•••
Diyelim ki, tatlı tatlı sohbet edilen masanızda -bu tür masalarda hep olduğu gibi- kedici bir genç hanım var. Lafı sevgili kediciklerin başına gelen talihsiz balkondan düşme olaylarına getirip sazı elinize alın: “Journal of the American Veterinary Medical Association’da 1987’de yayınlanan bir makalede, New York’ta yüksek katlardaki pencerelerden düşmüş 132 kedi vakasının sonuçları incelenmişti. İstatistikler yedinci kata kadar, düşülen katla doğru orantılı olarak yaralanmanın arttığını gösteriyordu. Yedinci katın üzerinde ise kedi başına yaralanmalar keskin bir düşüş göstermişti.” Yani bir kedi ne kadar yüksekten düşerse şansı o kadar fazladır. Peki neden? Serbest düşüşlerde birçok küçük hayvan gibi kedilerin de ölüme yol açmayan, ulaşılabilecek son hızları vardır. Yeter ki, gevşeyip yönlerini tayin edecekleri ve vücutlarını doğal bir paraşüte dönüştürecekleri zamanları olsun! Bu süreye genellikle 7. kattan daha yüksek katlardan düşerken sahip olabiliyorlar...
•••
Diyelim ki, siz o sahil kasabasının akşam serinliğinin keyfini çıkarırken yakınlarda bir yerlerden bir köpek havlaması geldi, “hav hav” diye... “Şu köpek Katalon olsaydı, ‘bap bap’ diye havlayacaktı” deyin. Masadaki dostlarınız “nasıl yani” diye sormaktan kendilerini alamayacaklardır. Onlara sakin sakin anlatın... “Evet, Arnavutluk’ta olsaydı ‘hem hem’, Çin’de ‘veng veng’, Yunanistan’da ‘gav gav’ diye havlayacaktı. İzlanda’da ‘voff’, Endonezya’da ‘gong gong’, İtalya’da ‘bau bau’ diye...” Tabii ilave etmeyi unutmayın, bütün bunların o ülkelerin yazılı dilinde köpek havlamasına tekabül ettiğini... (Elimde kurbağa ve tavuk seslerinin de listesi var ama konuyu uzatmak istemiyorum.)
•••
Diyelim ki, bir servis gecikmesi nedeniyle masanızda ekmek kalmamış. İçinizden biri “ekmek bitmiş” dediğinde, bir diğeri “öyleyse pasta yiyin, ha ha ha!” diyecektir. Bir diğerinin lafı şöyle noktalayacağını tahmin etmek zor değil: “Marie Antoinette!” İşte yeni bir fırsat! “O söz talihsiz Marie Antoinette’in değil. Bu ifade en aşağı 1765’ten beri aristokratik çürümenin tasviri olarak yazılı bir biçimde kullanılıyordu. Jean-Jack Rousseau bu lafı daha 1740’ta duyduğunu ileri sürmüştü. Dahası, bahsekonu yiyecek pasta değil, ‘brioche’ denilen biraz tereyağı ve yumurtayla lezzetlendirilmiş somundu. Bu durumda, Antoinette’in önerisi, biraz da halkın içinde bulunduğu şartlardan habersiz olmasından kaynaklanan iyi niyetli bir girişim bile olabilir.”
•••
Bu gösterinin ardından masadakilerin belki bir parça gönlünü almanız gerekebilir. Onlara şu hikâyeyi anlatın: “Aslında herkesin yanlış bildiği bir şeyler vardır. Mesela ben, Teoman Alpay’ın ölümsüz eseri ‘Buruk Acı’nın sözlerini yıllarca yanlış anlamışım. Hani vardır ya, ‘Hangi kapıyı çalsam / Karşımda buruk acı’ diye... Ben ‘buruka’ diye bir enstrüman var, onu çalanlara da ‘burukacı’ deniyor sanmıştım. Ve çalınan her kapının ardından hep o aynı burukacı çıkıyor...” Tanıdığım şişman bir avukat var, ne vakit masada bu hikâyeyi anlatsa her defasında gönülleri fetheder. Yani, işe yarıyor.
•••
Son olarak birkaç uyarı: Birincisi, bu hamleleri yaparken, masadakilerin ısrarlı birer Adnan Bostancıoğlu okuru olmadığından emin olun. (Biliyorum, sayıları çok değil. Ama körün attığı taş, gelir sizi bulur!) İkincisi, bütün barutunuzu tek bir masada harcamayın, zamana yayın, aksi taktirde o masaya bir daha çağırılmanız ciddi risk altındadır. Üçüncüsü, aşağıdaki notu atlamayın.
Not: Bu yazıda okuduğunuz bütün malumatfuruşluklar, NTV Yayınları’ndan yeni çıkan ‘Cahillikler Kitabı’ndan alınmıştır. Vebali de yazarları John Lloyd ve John Mitchinson’a aittir. Kısacası, bu bir nevi kitap tanıtım yazısıdır. Herşeye rağmen masada bol şans!