Çok dolaşan birisi olduğum malum. Türkiye’de fark ettim ki galiba bir tek Bingöl’e yolum düşmemiş ve bir de nasıl olduysa...

Çok dolaşan birisi olduğum malum. Türkiye’de fark ettim ki galiba bir tek Bingöl’e yolum düşmemiş ve bir de nasıl olduysa Edirne’nin bazı köylerini atlamışım. Gezmek çok şey öğretiyor insana. Köy köy geziyorum ben öyle yani yarı turistik yarı siyasetçi gezmesi değil. Kimisi bir toplantı için yahut bir konuşma için bir Anadolu kentine gidince kendisini oranın fatihi sanır ya hani. Yahut bazı sanatçılar turnede falan bulunup hele ki güneydoğuda bir konser verdiyse “güneş gibi doğmuştur” ya bazı gidilmez vilayetlere hani bendeniz hiçbir yere öyle doğmayı başaramadım şimdiye değin. Köyleri gezerim ben, dağları. İşim bu benim.
Hangi tarafını daha çok severim, hangi tarafına daha çok kızarım ayrı öykü. Kahvehaneleri sevmem normalde. Vakit öldürmem, kâğıt oynamam, tavla sevmem amma demli çaya bayılırım. İşim çoksa o gün dağlarda ya da aradığım arıları bulamadıysam, elim boş dönüyorsam suratım limon gibi ekşidir. Asistanlarım falan pek sokulmaz bana, sesleri çıkmaz kaldığımız yere dönene kadar. Yok eğer iyi bir gün geçtiyse hemen bellidir halim. Şarkılar, türküler, şu yanda bu yanda edinilmiş hatıralar gırla gider. Benim talebeler sormaya korktukları her şeyi bir çırpıda sorar, istediklerini koparır mutlu mesut dönüş yolunu tutarız.
Böyle günlerde ecnebi meslektaşlarım nasıl şampanya patlatıyorsa galiba ben de “çay” derdine düşerim. Anadolu köylerinde odun ateşinde pişmiş çaydan hiç içmemiş adama acırım. Hele az bir yağmur varsa dışarıda, ahmakıslatan cinsten, saat şöyle hafif kararma ile koyulanma arasında sıkışmışsa bizim köy kahvelerine doyum olmaz. İlkin defineci sanırlar bizi. Tuhaf kılıklı, elde avuçta acayip elektronik cihazlar, çamurlanmış kavanozlar, bitkileri topladığımız küçük kazmalar feşmekân. Yakışır bir yaftadır definecilik, halimize bakan için. Kısa bir hoşbeşin ardından bu sefer pazarlamacı olduğumuzu düşünen çıkar, kimisi arsa arıyoruz zanneder. En çok da avcıyız sanırlar.
Avlanmak. Heyecan verici olsa gerek. Meraklısı çok. Elde tüfek, küçük bir çocuk ürkekliği ile saklanmışsın. Saatlerdir oradasın. Yalnız. Hem güçlüsün hem güçsüz. Hem cesursun hem korkak. Hem alttasın hem üstte. Türlü uzman, türlü şeyler yazar onlar için. Onlar mı? Çok şey söylenebilir. Mesela çevrecilere kızarlar. En büyük çevreci onlardır aslında. Avcılığı “cinsel dürtülerin bastırılmış halinin açığa çıkartılması” olarak yorumlayanlara hepten ifrit olurlar. Kentsoylu çevreciler ifadeye dökülmese de onlara göre gerzek ile puşt arası bir şeydir. Aslında çoğu nazik ve toprakla uğraşmayı seven insanlardır. Ama sert görünmeyi severler. Hemen her konuda ısrarcı olduklarını çok gözlemlemişimdir. Hele ki avcılık ve doğa korunması konusu açıldığında heyecanlı tartışmalara tamamen hazırlıklıdırlar. Palavra atmaları meşhursa da benim tanıştıklarımın çoğu konuşmayı çok sevmez. Övülmek başkası tarafından yapılınca şımartıcıdır. Çakma kasaba kabadayılarının aksine silahlardan konuşmayı ancak teknik nedenlerden dolayı severler. Başka bir dünyaları vardır. Dostum Aytunga Taklacı’nın bana gönderdiği yazıda söylediği gibi aynı resme bakıyoruz ama başka şeyleri görüyoruz onlarla. Çünkü birey, kendine dönüp yaşadığı ortamı biçimlendirerek anlamı; şartlanmalarla oluşturulmuş bilincini beş duyusu ile eşgüdümlü (egonun da kullanılarak) çalıştırarak bulmaya çalışıyor. Bireyin anlamı oluşturacağı biçim ise; zaman, mekân ve bilinç düzeyimize göre değişken. Kısaca dogmatik yaşamalısın emri her insanın kendi bilinç düzeyinde yoğrularak yaşama şartı haline getiriliyor ve insan burada anlam arıyor veya maddeye anlam yüklüyor. İnsan bunu yapmak zorunda çünkü yetersizliği kendi trajedisini yaratıyor.  
Aytunga, haklı galiba. İki tarafın da hammaddesi doğa. İki taraf da onun bir parçası olduğunu kabul ediyor ama bir taraf gözlemleyip öğrenerek, diğeri öldürerek.