Bu yazının Birgün'de yayımlanacağı gün, Türkiye'nin AB'ye tam üyelik müzakerelerine başlayıp başlamayacağı ya da hangi koşullard

 Bu yazının Birgün'de yayımlanacağı gün, Türkiye'nin AB'ye tam üyelik müzakerelerine başlayıp başlamayacağı ya da hangi koşullarda başlayacağı belirginleşmiş olacak... Uluslararası ilişkiler her zaman ‘çözüm’ler kadar ‘krizler’ üzerinde de yükselir. Ekonomik, toplumsal, siyasal ve tarihsel ilişkilerin derinliği, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin bütün kaderinin tek bir güne bağlı olmadığını; 3 Ekim'de ne olursa olsun sürecin devam edeceğini ortaya koyuyor.

 Geçen hafta Türkiye-AB tam üyelik müzakerelerinin binlerce ayrıntı içeren, gel-gitler barındıran bir süreç olarak yaşanacağına vurgu yapmış; kurulacak yeni zeminin bir yandan ‘toplumsal bir dönüşüm’ diğer yandan da karşılıklı milliyetçiliği derinleştiren kitle tabanını genişletmesine yol açacak ögeler içeren bir süreç olduğunu yazmıştım.

 Daha “müzakerelere başlama” aşamasında beklenen oldu. AB cephesinde, yer yer ırkçı tonlarda taşıyan Türkiye karşıtlığı üzerinden, bir kültürel milliyetçilik dile getirilmeye başlandı. Türkiye cephesinde ise MHP'den TKP'ye uzanan bir çizgide 2 Ekim mitingleri devreye sokularak milliyetçi cephe ya da yurtsever cephe çağrıları gündeme getirildi.

 Bu AB karşıtı tepkinin yıllardır ‘ulusal kimliğin gerçek sahibi’ gibi davranan milliyetçiler açısından anlaşılabilir bir yanı vardır. Anlaşılmaz olan solun AB karşıtlığını ‘ulusal kimlik’, ‘yurtseverlik’ gibi kavramlar üzerinden yapmasıdır. Çünkü bu zeminde gelişecek toplumsal tepkilerin, alanın gerçek sahibi olan ırkçı-faşist harekete akma ihtimali son derece güçlüdür. Solun bu zeminde yürütülecek bir muhalefetten güç devşirmesi imkânsızdır. Hatta güç devşirse bile bu gücün sol olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı kuşkuludur.

 Oysa AB süreci ‘ulusal kimlik’ ve 'ulusal egemenlik' kavramlarında açacağı gedikler kadar, yaratacağı sınıfsal ve toplumsal altüst oluşlarla da yeni bir zemin yaratacaktır. Solun gerçek ve tarihsel alanı budur, dolayısıyla solun politik mücadelesinin odağı da bu alanda kurulmalıdır.

 Çeşitli nedenlerle mücadelesini insan hakları ve demokrasi perspektifiyle sınırlı olarak yürütmek zorunda kalan, bunun bedellerini ödemiş; bu ülkenin demokratikleşmesi konusunda atılan adımların onurunu taşımış olan sol, şimdi ikili bir görevle karşı karşıyadır. ‘Kopenhag Avrupası’nı aşan bir demokrasi perspektifi, ‘Maastrich Avrupası’ na karşı mücadele. Ve bu aktüel mücadele pratiğine eşlik edecek ona gerçek içeriğini verecek olan ‘özgürlükçü bir sosyalizm’ anlayışı.

 Artan özelleştirmelerin sokağa attığı/atacağı yeni işsiz kitlelerle buluşma; tarımda yaşanacak çözülmenin yarattığı sorunlar; AB sürecinden bağımsız ele alınamayacak olan IMF politikalarının ortaya çıkarttığı yoksullaşma solun mücadelesinin üzerinde yükseleceği zeminlerdir. AB'den ‘sihirli değnek’ bekleyen liberallerle, solun ayırım çizgilerinin de belirginleşeceği alan budur. Türkiye için en büyük tehlike, bu ezilen sınıfların, AB sürecinin mağdurlarının milliyetçiliğin egemenliği altına girmesidir. Böylesi bir durumun, milliyetçiliğin kitle gücü olarak tarihsel sınırlarını genişletmesi solun ise zayıflaması anlamına geleceği açıktır.

 Ne yazık ki solda kendi gündemini ve sınıfsal hedeflerini unutan; AB karşıtı gelişen milliyetçiliğin kuyruğuna takılan bir hat taraftar bulabiliyor. CHP'den, İP ve TKP'ye uzanan bir yelpazede sol olmanın anlamı ortadan kalkıyor. Liberal ekonomi politikalarının bu türden tepkilerin milliyetçi bir zemine kaymasını kışkırttığı ortamda solun da buna alet olması son derece tehlikeli bir gelişmedir.

 İçine girdiğimiz aşamada AB konusunda ‘evet’, ‘hayır’ ikilemine sıkışmanın bizi ne kadar daralttığı; çatışan tarafların hegomonyası altına sürüklediği bir kez daha ortaya çıkıyor. Ya liberal, ya milliyetçi olmak üzerinden yapılacak bir tercihin anlamsızlığı sol için açık olmalıdır. İnsan, siyasal etki gücü ne olursa olsun Türkiye solunda üçüncü bir seçeneğe vurgu yapan ÖDP gibi partilerin bu süreçte ne denli önemli olduğunu bir kez daha anlıyor.