Bu yerel seçimlerin Türkiye’nin temel meseleleri üzerinden bir referandum niteliği kazandığı anlaşılıyor.

Bu yerel seçimlerin Türkiye’nin temel meseleleri üzerinden bir referandum niteliği kazandığı anlaşılıyor.
Nedir bunlar?
Birincisi, Kürt meselesi.
Güneydoğu’da bölge halkının DTP ile AKP arasında yapacağı tercih, Kürt sorununda bundan sonraki yönelimlere dair bir tercih olacak. Seçimden AKP’nin öne çıkması, PKK’ya rağmen bir ‘çözümü’ savunanların elini güçlendirecek. PKK’yı enterne etmeye dönük çok odaklı müdahaleye (dışarda Erbil-Washington hattı, içerde AKP-Genelkurmay uzlaşması) ivme kazandıracak. DTP’nin seçimlerden güçlenerek çıkması koşullarında PKK’sız bir çözümün bir kez daha gözden geçirilmesi kaçınılmaz olacak.
Bütün bunların ‘otomatikman’ tecelli edeceğini düşünmek, elbette yanlış olur. Sonuç her ne olursa olsun, ‘kaybeden’ tarafın sürece kolayca teslim olmayacağı aşikâr; lakin seçimden önceki iddialarının epey kan kaybedeceğini söyleyebiliriz.
•••
İkinci mesele, Ergenekon üzerinden oluşan toplumsal yarılma.
Bir tarafta Ergenekon soruşturmasının Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacak bir fırsat olduğunu düşünen AKP ve ona destek veren liberal kesimler var. Diğer tarafta da AKP’nin Ergenekon’u muhaliflerini tasfiye etmenin aracı haline getirdiğini söyleyen ‘ulusalcı’ cenah. Her ikisi gerçeğe tam tekabül etmeyen uçlara savrulmuş bu ayrışma da seçimlere Ergenekon üzerinden referandum karakteri kazandırıyor.
 (Burada... Ergenekon operasyonunun Atlantik-ötesi onaylar ve bizatihi Genelkurmay’ın zımni işbirliği ile, tanımlanmış ve üzerinde uzlaşılmış sınırlar içinde gerçekleştiğini, bu haliyle demokratikleşme getirmeyeceğini... Öte yandan operasyonun AKP muhaliflerini sindirmenin bir aracı haline gelmekle birlikte, tasfiyesine karar verilen darbeci ya da kontrgerilla artığı malum eşhasın gereken cezalara çarptırılmasının önemsiz olmadığını, ama daha ileri götürülmesi gerektiğini söyleyen sosyalistleri bahsekonu yarılmanın dışında tutuyorum.)
•••
Bir üçüncü mesele olarak, Türkiye’de gündelik hayatın hangi kurallar ve değerler üzerinden tanzim edileceğine dair toplumsal farklılaşmadan söz etmek gerekiyor.
Öteden beri “yaşam tarzımız tehdit altında” diyen kesimlere pek kulak asılmadığı biliniyor. İtiraf etmeliyim ki, ben de yakın zamana kadar bunun ciddi bir tehlike olduğu kanaatinde değildim. Ancak, özellikle son bir yıl içerisinde yapılan araştırmalar, basına yansıyan haberler, Türkiye’nin birçok yerinde artık geri dönüşü neredeyse imkânsız bir baskıcı-muhafazakar hayat tarzının dayatıldığını gösteriyor. Sadece yerel düzeyde de değil dayatma, merkezi düzeyde de güç kazanıyor (TÜBİTAK, İstanbul 2010 vb.). Yani düne kadar “bakın birlikte çalışıyoruz” izlenimi yaydıkları ‘kendilerinden olmayan’ herkese yol veriyorlar. Sıra AKP’ye destek olan liberallere de gelecek, göreceksiniz. (Kaldı ki, hiçbiri bugün -başta AKP kaleleri olmak üzere- Türkiye’nin dörtte üçünde halen sürdürdükleri hayatı sürdüremezler. Bunu kabullenmek istemiyorlar).
Artık AKP’nin vadettiği ‘özgürlüğün’ sınırlarını tahmin etmek zor değil. İşin kötü tarafı, memleketin önemli bir kesiminin bu süreci kötülüğün adım adım örgütlenmesi olarak görmemesi...
•••
Aslına bakarsanız, dördüncü bir mesele var ki, bıçak kemiğe dayandığında ne Kürt meselesi tanır, ne Ergenekon, ne de hayat tarzı... Evet, aş ve iş meselesi.
Özellikle Başbakan, seçim meydanlarında kimsenin inanmayacağı ipe sapa gelmez laflar ediyor olsa da, elbette ülkenin karşı karşıya olduğu vehametinin farkında. Ama durumu seçime kadar idare etmeye niyetli olduğu anlaşılıyor. Şimdilik orta sahada top çevirip 29 Mart’a kadar gol yemeden maçı bitirme çabasında. Sonrasını tahmin etmek zor değil; IMF’ye tam teslimiyet. Bütün mesele, bugüne kadar AKP’nin oy deposu olmuş yoksulların, başlarına gelecek büyük felaketi görüp göremeyeceklerinde...