Çin yemeklerini sevmem. Aslında hiçbir Uzakdoğu mutfağından hazzetmem. Yemek konusunda yeni arayışlara yatkın değilimdir zaten. Bilmediğim lezzetlerle tanışma...

Çin yemeklerini sevmem. Aslında hiçbir Uzakdoğu mutfağından hazzetmem. Yemek konusunda yeni arayışlara yatkın değilimdir zaten. Bilmediğim lezzetlerle tanışma fikri hep tedirgin edici gelir. Sadece bize daha yakın mutfaklara (Akdeniz, Latin vb) daha sıcak bakmışımdır. Esasen gurme karakterli bir insan olmadığım için bu durumdan şikâyetim de yok. Evet, birçoklarına banal ya da sıkıcı gelebilir ama sevdiğim 5-6 yemekle idare ederek yaşayabilirim. Onlarla da ‘oynanmamak’ kaydıyla... Bazen işyerinin yemekhanesinde rast geliyorum. Mesela pirinç pilavına mısır katmışlar. (Zaten bu olur olmaz herşeyin içine mısır katılması sinirlerimi bozuyor). Ya almıyorum ya da alsam bile önce tek tek o mısırları ayıklıyorum. Neyse, biz dönelim Çin yemeklerine...
İlk kez Murat Çelikkan götürmüştü Talimhane civarında bir restorana... Şimdi yalan olmasın, Çin miydi yoksa bir başka Uzakdoğu lokantası mıydı tam hatırlayamayacağım. Yani bende iz bırakmamış. Belki de o sıralar yaptığımız siyaseten bir tartışmanın harareti nedeniyle (İnsan Hakları Derneği’yle ilgili bir şeyler olabilir) yemek gölgede kalmış olmalı.
Gelelim ikinci girişime...
Vaktiyle Cihangir’de otururken yakınlarda bir yerlere bir Çin lokantası açılmıştı, evlere servis yapan... Bilirsiniz, bu tür yerler kapılara broşür bırakır. Bir gün broşürlerini bulunca “dur bakalım bir deneyelim” dedim. Bir şeyler seçip sipariş verdim. İşte sebze çorbası, ekşili tatlılı bilmemne falan... Benim için tam bir fiyasko olmuştu o menü. Zaten bir şeyin hem ekşi hem tatlı olması anlayabildiğim bir durum değil. Neyse, o akşam bir daha bu tür serüvenlere girmemeye karar verdim.


•••
Geçen sene New York’ta eski bir arkadaşımın evine gitmiştim. Kendi deyimiyle ‘Başarısız Komedyen’ Uğur Uğural. Akşam dışardan sipariş vermek istedi; ben aç değildim, “ne istersen söyle” dedim. “Olsun, en azından tadına bakarsın” deyip Çin lokantasına telefon etti. Aşağı yukarı üç kişilik bir menü sipariş etti. İşin içinde Çin yemeği olunca, ben olayla rabıtamı tamamen kestim tabii... Lakin yemekler geldiğinde bizimki ısrar etti: “Allah aşkına şunu bir dene!”
“Dene” dediği yemek karışık sebzelerden müteşekkil bir şey, üstelik brokoli ağırlıklı görünüyor.
“Sakın beni buna zorlama” dediysem de, bilirsiniz Türkleri, 20 yıldır New York’ta yaşasalar da çok değişmiyorlar, “Bak Allah adı verdim, bir çatal al!” ısrarı sürdü.
“Hadi” dedim, “hatırını kırmayayım”.
Bir çatal aldım. Hımm... Enteresan. Hiç fena görünmüyor.
“Fena değilmiş” dedim.
“Al al! Bunlar bir sos yaparlar... Brokoliyi bile havada götürürsün.”
Valla yalan değildi. Bir çatal, bir çatal daha... Uğur’la silip süpürdük üç kişilik menüyü.
Daha önce yediğim Çin yemeğiyle hiç alakası yoktu.
İki ihtimal vardı.
Birincisi... Bu gerçek bir Çin yemeğiydi, benim daha önce hiç tatmadığım... Bu durumda Cihangir’de ‘bizi yiyiyorlardı’.
İkincisi... Çinliler, New York’luların damak tercihine uygun katkılar yapmışlar, bu katkı biz Türklerin de yatkın olduğu bir lezzet katmıştı yemeğe... Hal böyle ise, Cihangir’dekilerin günahını almak yersizdi.
Ama Uğur’a kalırsa, yediğimiz hakiki bir Çin yemeğiydi, çünkü o lokantalarda tek kelime İngilizce bilmeyen Çinliler çalışıyordu. Hatta yurda kesin dönüş yaparsa, o Çinlileri de yanında getirip Türkleri gerçek Çin mutfağıyla tanıştıracaktı. Üstelik ucuza... Aslında olmayacak şey değil, o üç kişilik menüye 18-20 dolar gibi bir şey ödemişti.


•••
Geçenlerde okudum, birileri Uğur’dan erken davranıp dünyaca meşhur bir Çin lokantası açmış. Ama niyetleri başka! (Yani Uğur’unkinden başka.) Çünkü bu dükkân 12 milyon dolarlık.
Dükkân diyerek biraz ayıp ediyorum ama işte, ağız alışkanlığı... Sahibinin ‘Ferrari’ benzetmesi yaptığı restoran Londra’da Çin füzyon mutfağıyla temayüz etmiş Hakkasan isimli müessesenin İstanbul şubesi... Londra’dakinin hakkında bir fikrim yok (internette ‘upper-class’ olduğuna dair bilgiler var) ama kentimizde açılan şubenin sahip olduğu vasıfları Ferrari benzetmesi karşılar mı (yani yeterli olur mu) emin değilim.
2800 metrekarelik restoranı Fransız Gilles&Boissier mimarlık ofisi tasarlamış. Herhalde çok tanınmış bir firma olmalı. İç mekânlarda yurtdışından getirilmiş dört farklı tipte mermer kullanılmış, terasta da Hindistan’dan getirilen taşlar... Üç ayrı süs havuzu da varmış.
Elektrik ve aydınlatma ekipmanı İtalya’dan, müzik sistemi İngiltere’den... Buzlu camlar Fransa’dan... Sadece sebzeler yerli. Ama onlar için de Marmaris’te özel bir bahçe kurulmuş. Ya ahçılar? Tahmin edeceğiniz gibi Çin’den gelmiş.


•••
Tabii aklı başında herkesin soracağı soruya geldi sıra. Fiyatlar? Doğrusu ben gitmedim. Hayır, dedim ya Çin mutfağı (özellikle Türkiye’de faaliyet gösterenler) favorim değil. O bakımdan! Ama bu tür mekânların müdavimi Hürriyet yazarı Cengiz Semercioğlu’na bakılacak olursa (kendisi Eda Taşpınar’ın, Helin Avşar’ın, Derin Mermerci’nin olduğu kadar benim de yakın arkadaşımdır, dolayısıyla sözüne güvenirim) bir akşam yemeğinde kişi başına 150 dolar ödemeniz gerekiyormuş. Yani 200 YTL civarında bir meblağ...
Aslında durumun gurur verici bir yanı da yok değil. Kışın 270, yazın 370 kişilik kapasitesi olan bu restorana kişi başına 200 YTL ödeyecek ve o mekânı dolduracak kadar insan var demek ki, şehrimizde...
Uğur’u uyaracağım, “ucuza kaçma” diye... Bir de “Çin olayı buralarda çıtayı çok yükseltti, sen istersen Japon düşün” diyeceğim. Hakkasan’a karşı Anjinsan!