Geçen yazıda, bizi nasıl bir geleceğin beklediği üzerine tahminde bulunmuştuk. Okuyanlar hatırlayacak. Birkaç cümlesini yeniden hatırlatacağım ama...

Geçen yazıda, bizi nasıl bir geleceğin beklediği üzerine tahminde bulunmuştuk. Okuyanlar hatırlayacak. Birkaç cümlesini yeniden hatırlatacağım ama önce Melih Pekdemir'in son yazısına bir göz atalım. İlk paragrafı olduğu gibi alıyorum: "...Hakikaten şeriat gelecek mi? 'Şeriat' denilen şey, her neyse, ' Selamünaleyküm ben geldim' diyerek gelmeyecek, burası belli. Üstelik pek çok insanımızda, anlamsız bir özgüven dahi var; 'Aman canım, Türkiye şeriat esaslarına göre yönetilen bir ülke olamaz, bunun tarihsel ve toplumsal koşulları yok, 80 küsur yıllık modernleşme serüveni böyle bir girişimi boşa çıkaracaktır, kaygılanmayalım' denebiliyor... Bu tür bir güven duygusu insana elbette moral verir, ne var ki, 80 yıllık bir sosyalist sistem bile 1990 başında kısa sürede gümbür gümbür çöküver-mişti. Mesela başlangıçta Romanya, Bulgaristan filan göçüp giderken ve tam da 'şey, hiç olmazsa Doğu Almanya'ya bir şey olmaz, orası sağlam' derken 'duvar' bile yıkılmıştı!"

Cümleler tanıdık geldi. Bir önceki yazımda aynen şöyle yazmışım: "...Türkiye'nin şeriat esaslarına göre yönetilen bir ülke olmayacağını düşünüyorum. Bunun tarihsel ve toplumsal koşullarının kalmadığı kanaatindeyim. Türkiye'nin 80 küsur yıllık modernleşme serüveni (türlü zaaf ve yanlışlarına rağmen), böyle bir girişimi boşa çıkaracak kadar mesafe aldı gibi geliyor bana..."

Anlaşılan o ki, "anlamsız bir özgüvenle" malul şahıslardan biri benim. (İzninizle küçük bir parantez: Melih'in şu 'duvar hikayesine' yaptığı gönderme de benimle ilgili. 1989'da Sovyet bloğundaki gelişmelerle ilgili bir panelde, Doğu Almanya'nın kolay lokma olmayacağını muhtelif gerekçelere dayanarak iddia etmiştim, 2-3 ay sonra duvar yıkılmıştı. Tabii hikaye zamanla "Adnan, Doğu Almanya'ya bir şey olmaz dedi, ertesi gün duvar yıkıldı" şeklini almıştı. Ben de başkalarından dinleyip gülerdim.)

Melih'in benim yazımdan aktardığı bölümün sonuna 'öylesine iliştirdiği' bir kelime var: 'Kaygılanmayalım!" 'Öylesine iliştirilmiş' gibi dursa da bütün manzarayı değiştiren de bu kelime.

Ben yazımda böyle bir kelimeye rastlamadım. Aksine ilerleyen satırlarda şöyle bir uyarı vardı: "Ama gelmesi muhtemel siyasi ve toplumsal düzen daha mı az tehlikeli? Hayır. Çünkü bezdirici bir muhafazakârlığın hâkim kılınmaya çalışıldığından kuşkum yok. Kendileri gibi yaşamayanlara hayatı zorlaştıracaklarından da..."

Devamında, devlet kurumlarını ele geçirmekten hak ve özgürlüklerin kapı dışarı edileceğine kadar birçok ihtimalden söz ediyorum. Nitekim Melih de ilgili yazısında benzer şeyler söylemiş. Bunları niye yazıyorum? Bu ülkeyi ve insanlarını yeterince tanıdığım için. Adım gibi biliyorum, yarın sağdan soldan duyacağım; "ya sen şeriat gelmez, merak etmeyin" diyormuş-sun, diye... "Nerden çıkardın" sorusuna alacağım cevabı da... "Melih öyle yazmış!" Dolayısıyla, hadise tazeyken düzelteyim dedim.

Melih'in aktardığım paragrafında -konunun bütünlüğünü bozmamak için atladığım-bir cümle daha var. Şimdi ona bakalım: "...Peki ama bu 'özgüven'in ardında kimi zaman, ' Yahu askerler nasıl olsa buna müsaade etmezler' inancı yatmıyor mu?"

Bu hafta benim asıl niyetim tam da bu meseleydi. Askerler müdahale eder mi? Ve etme ihtimalleri bizim için bir'güven'vesilesi olur mu?

Kısa bir girizgâhın ardından devamını cumayı beklemeden pazara bırakacağım... Türkiye'deki siyasi dinamiklere bakıldığında, sürece müdahale edebilecek yegâne gücün ordu olduğu anlaşılıyor. Evet, kulağa hoş gelmiyor ama kabul etmek gerekir ki, bu da bir Türkiye gerçeği. Böyle şeylerin dile getirilmesi bile haklı olarak yadırganır. Fakat, bir şey konuşulmadığı zaman ortadan kalkmıyor.

Devletin bu anlamda (yani darbecilik anlamında) sağlam bir geleneği varken, işlerin bu noktaya gelmesini niye beklediler, diye düşünülebilir. Ve eğer bugüne kadar koşulları oluş-madıysa bundan sonra nasıl oluşacak?

Pazara devam edeceğiz, 'nasıl bir gelecek' meselesine...