Hekimlik zor meslektir. Hep öyleydi. Elinde henüz çekilmiş beyin filminizi tutan bir hekimin kaşlarını yukarı kaldırması içinizde patlayan bir bomba etkisi yaratabilir. Diğer taraftan...

Hekimlik zor meslektir. Hep öyleydi. Elinde henüz çekilmiş beyin filminizi tutan bir hekimin kaşlarını yukarı kaldırması içinizde patlayan bir bomba etkisi yaratabilir. Diğer taraftan hekimin güler yüzü sizi iyileştiriverir. O “anlarda” hekimin ağzından çıkan her şey doğrudur. Doğru olmalıdır.

 

Geçtiğimiz haftayı eşimin rahatsızlığı nedeni ile hastahanede geçirdik. O güne kadar hiç tanımadığım ama gördüğüm en iyi hekimlerden birisi olan Dr. Tamer Bilensoy ile beraber üzüldük, beraber uykusuz kaldık ve neredeyse beraber ağladık.

 

Hastahanelerde sabah hep erken başlar. Bazen, beklerken yapacak bir işiniz olmuyor. Beklemek çok zor. Çaresiz beklemek daha da…

 

Fazla televizyon izleyen biri değilim. Zaten sabahları işten güçten istesem de izleyemem. O nedenle gündüz kuşağında yayınlanan o acayip programları yalnızca dolaylı olarak biliyordum. Pek seyretmemiştim.

 

Programın adı ya da sunucularının kim olduğu önemli değil. Kalıp hepsinde aynı, değişen sadece figürasyon. Önce çılgınca göbek atıyor sonra örneğin ölmüş ya da kaybolmuş bir aile bireyi için hep beraber ağlıyorlar. Para ile tutulmuş kadrolu seyirciler trajedilere ve şarkılara dahiller. Çağrılı konukların değerli fikirlerine yer veriliyor. Ardından dine dair bir konu açılıyor. Sızlak yüzlü bir konuk bazı menkıbeleri anlatınca az evvel göbek atanlar bu sefer halvete giriyorlar. Bir tefekkür, bir göbek, bir ağıt. Hayat akıp gidiyor.

 

Programlar çevre sorunlarına duyarlı. Mutlaka çevre için hassas yeni bir ürünün tanıtımı yapılıyor. Daha ılık suda çamaşırları tertemiz yapabilen deterjanlar, doğal ürünleri satın alabileceğiniz adresler, karınca yağı, örümcek tükürüğü feşmekân. Böylece halk çevre bilincine gark oluyor.  

 

Malûm Ramazan ayı. Bir tuhaf ilim adamı kutsal kitapların şifresini çözmüş. Mübarek sanırsın kimya, biyoloji, tıp, matematik el kitabıymış. Bizim allâmeye göre içinde yok yokmuş. Loğusa kadının dertlerinden, arılardaki mucizelere kadar.

 

Tüm bunların ortasında hekimlerin ne işi var? Bir beyefendi açıklıyor. Ceviz şekil olarak “beyine” benzediği için “beyine iyi geliyormuş”. Programın kadrolu hekimi:

 

Olur mu? Diyor. Ağır ağır, kendinden emin hatta azarlar bir tavırla konuşuyor. Böyle bir şeyin saçmalığını bilimsel bir terminoloji kullanmadan izah ediyor. Rahatlıyorum.

 

Ama sonra seyircilere dönüp yıllardır brokoli ve lahana üzerine çalıştığını. Lahana’da ”U” vitamini olduğunu böbürlenerek anlatıyor. Seyirciler şaşkın. Bu “U” vitamini ne ola ki? Duyan yok. Hekim aldığı parayı hak etmenin haklı keyfiyle ekliyor. “Lahana Allah’ın bir mucizesidir”. Seyirciler kafalarını sallıyor. Şaşıp kalıyorum. Lahana tıpkı brokoli ya da karnabahar gibi yapay seçilimle insanların geliştirdiği bir sebzedir. Ne mucizesi? Uzman ya bunu bilmeyecek kadar cahil, ya da daha kötüsü bilgisini pazarlıyor. Tanrıyı kullanarak. Hekimliği kullanarak. Bunun adı tıp bezirgânlığı. Üzülüyorum. Kapatıyorum televizyonu.

 

İçeri doktorumuz giriyor. En son sabahın dördünde gördüğümde gözleri uykusuzluktan kan çanağı gibiydi. Bir yandan eşimi tedavi ediyor, diğer yandan benim durmaksızın akan göz yaşlarımı siliyordu. Şimdi biraz dinlenmiş. Hep gülümsüyor. Taburcu oluyoruz. Bizim yanımızdan çıkıp diğer hastasına koşuyor. Ne O, ne de ailesi çalan telefonlardan, iki saate bir hastahaneye gidip gelmelerden yıllardır tek bir akşam yemeği yiyip kesintisiz tek bir sabah kahvaltısı yapabiliyorlar mı? Bilmiyorum.

 

O da hekim, öbürü de. Gerçekten öyle mi? Hangisine “hekim” diyeceğiz? Cevabı belli sorular sormak akademisyen hastalığıdır. Kusuruma bakmayın.

 

Televizyonda bir eğlence programı var. İftar için bir tepsi lahmacun yollamışlar, sunucu yollayan firmanın adını on defa söyleyerek konuklara dağıtıyor. Kapış kapış parçalıyorlar lahmacunları. İçimden bir kasa ceviz mi yollasam acaba diyorum. Vazgeçiyorum.