Erdoğan’ın seçİm taktİğİ her şeyden önce basİt ve kaba bİr İlkeye dayanıyordu: Korku salmak ve intikam almak

10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminden bir ay kadar önce, Erdoğan hayranı bir yazar aynen şunu yazmıştı: “(Erdoğan) bu ülkede gelmiş geçmiş en çok desteklenen, en çok sevilen, fakat aynı zamanda en çok da nefret edilen lider!”
Bu bir durum tespitiydi ve tüm yandaş yazarlar tarafından da paylaşılıyordu. Oysa bu yazarlarda azıcık barış ve huzur kaygısı olsaydı, hem “en çok nefret edilen”, hem de “ben bildiğiniz başkanlardan olmayacağım” diyen bir siyasetçinin yerinin Saray olmadığını, bunun ülkedeki istikrarsızlığı daha da artıracağını “tespit”lerine eklerlerdi.

•••

Olmadı ve Tayyip Bey, Bahçeli ile Kılıçdaroğlu’nun da yardımıyla tek kale oynanan maça dönüşen bir seçimde oyların % 52’sini alarak cumhurbaşkanı oldu. Zaten her şeyi önceden planlamış, yeni tarz Başkanlığa uygun bir de Saray yaptırmıştı. Ve “Yeni Başkanlık tarzı” da her şeyden önce bu “Bin odalı Saray”ı eleştirenlere verilen yanıtta ifadesini buldu: “Yanlış biliyorsunuz”, diye paylıyordu Erdoğan eleştiri yapanları, “Saray’ın 1000 değil, 1150 küsur odası var”. Bir devlet başkanı dilinden çok, Kırkpınar güreşçilerinin “Hadi Bre!” diye meydan okumasını anımsatan bu üslup, aslında Erdoğan’ın “karizma”sının dayanaklarını da açıklayıcı nitelikteydi.

•••

Seçim yapıldı; Erdoğan seçildi ve Saray’a yerleşti. Peki, sonra ne oldu?
Sonra gerçekten de ülkedeki istikrarsızlık arttı. Ve o kadar arttı ki sonunda AKP seçmenleri de rahatsız oldular ve daha bir yıl bile geçmeden yapılan genel seçimlerde, AKP, 10 Ağustos’ta aldığı oyların % 11’ini, Meclis’teki sandalyelerin de çoğunluğunu kaybetti. Dış politika, Kürt politikası, büyüme, işsizlik, enflasyon.. bütün göstergeler kırmızıdaydı. 2023 yılı için fert başına 25 bin dolar hayalleri kurulurken, 2015’te bu rakam 10 bin doların da altına düşmüştü.

•••

Seçmenin verdiği ders ağır olmuştu ve sağduyunun egemen olacağı koşullarda, mevcut politikanın mutlaka değişmesi gerekiyordu. Verilmiş oyların anlamı da, seçmenin beklediği de buydu.
Ne var ki gelişmeler tam aksi yönde oldu. Başkan, duruma çok farklı bir teşhis koymuş ve şu sonuca varmıştı: Yanılan seçmenlerdi; AKP, iktidar dizginlerini bir an bile gevşetmeden yeni bir seçim empoze etmeli ve legal-illegal her türlü olanağı seferber ederek bu yanılgıyı düzeltmeliydi. Aksi halde 17-25 Aralık dosyaları yeniden açılacak, siyasi-iktisadi istikrar daha da bozulacak, çöküş hızlanacaktı.

•••

Aslında Meclis aritmetiği Erdoğan’ın hesaplarını bozma ve AKP dışı bir koalisyon kurma olanağı sağlamıştı. Üç muhalefet partisi bir “asgari program” etrafında anlaşarak hükümet kurabilir, antidemokratik yasaları hızla değiştirebilir ve tam bir eşitlik ve özgürlük ortamı sağlandıktan sonra erken seçimlere gidilebilirdi. Böylece, kamusal “koz”larını kaybetmiş olduğu bir seçimde, üstelik giderek ağırlaşan bir ortamda, AKP’nin, beş ay önce kendisine “hayır” demiş milyonlarca seçmeni korkutma ve yola getirme şansı da çok azalacaktı. Ve böyle bir koalisyona CHP de, HDP de hazır görünüyordu. Ne var ki daha önce de olduğu gibi imdadına yine Devlet Bahçeli yetişti. Ülkücü Başkan, en temel demokrasi ilkeleriyle adeta alay eder gibi, HDP’yi illegal bir örgüt sayıyor, ona oy vermiş olan 6 milyon insanı da “şerefsizler” olarak ilan ediyordu.
AKP’siz bir hükümet yolu böylece kapanmış ve Erdoğan da yeni seçimlerde taktiğini kolayca uygulayabileceği ortamı bulmuş oldu.

•••

Erdoğan’ın seçim taktiği her şeyden önce basit ve kaba bir ilkeye dayanıyordu: Korku salmak ve intikam almak.
İntikam alınacakların başında da kuşkusuz Kürt seçmenler geliyordu. “Çözüm süreci” AKP’nin aleyhine işlemeye başlamış, Cumhurbaşkanı seçiminde % 9,7 oy alan HDP, bundan da cesaretlenerek genel seçimlere bağımsız olarak girme kararı almıştı. Üstelik 12 Ocak’ta bir HDP vekilinin açıkladığı bu kararda “yolsuzluk ve hırsızlıklarla savaş” azmi önemli bir rol oynamıştı. Demirtaş da Yüksekdağ da bunun altını çiziyorlardı. Karar kesindi. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın, HDP’nin Meclis’e girememesi durumunda “çözüm süreci masasında yer alamayacağı” tehdidi de bu kararı değiştirmedi.

•••

İpler gerilmişti, fakat Başbakan Yardımcısı ve HDP vekilleri Dolmabahçe’de bir toplantı yapıp, on maddelik bir çözüm bildirisi yayınlayınca, iyice koptu. Üstelik bir de “izleme komitesi” kurulması düşünülüyordu.
Bu kez Başkan iyice öfkelendi. “Doğru bulmuyorum”, diyordu, “bu toplantıda hükümetin Başbakan Yardımcısı ile şu an parlamento içinde olan bir grubun yan yana o resmi vermesini ben şahsen doğru bulmuyorum”. Başbakan Yardımcısı Arınç’ın “izleme heyeti” kurulmasını hükümetin de uygun gördüğünü belirtmesi ve Cumhurbaşkanı ile bu konuda görüşüldüğünün altını çizmesi de durumu değiştirmedi. Karar kesindi.

•••

7 Haziran seçimleri HDP kurmayının öngörüsünü doğruladı ve AKP, Meclis çoğunluğunu kaybetti.
Durum daha da vahimleşmişti ve bu durumda Başkan’a göre “tehdit” siyaseti yerini artık “cezalandırma” siyasetine bırakmalıydı. Üstelik bunun araçları da hazırdı. MHP “seçim hükümeti”ni kendilerine hediye etmiş, bu konuda önlerini açmıştı.
Gerisi kolayca geldi. Öyle ki ABD ve AB’nin baskıları ile alınmış olan IŞİD’le savaş kararı bile “usta” bir manevrayla PKK/PYD savaşına dönüştürüldü. Kandil bombardımanını izleyen günlerde, Cumhurbaşkanı, hava operasyonunda “2000’i aşkın PKK’lının öldürüldüğünü”söylüyordu. Son bir iki yıl içinde sadece IŞİD’le savaşmakta olan PKK da bu resti görmüş ve yollara mayınlar döşeyerek, evinde uyuyan polisleri katlederek AKP politikasına inanılırlık kazandırmıştı. Artık milyonlarca seçmenin gözünde, Türkiye, IŞİD’le değil, ön sırayı PKKve PYD’nin aldığı kolektif bir terör cephesiyle savaş halindeydi. Ankara Garı’nda yüzden fazla insanımızı öldüren kanlı suikast da tek başına IŞİD’in değil, bu “Cephe”nin eseriydi. 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin bir milyondan fazla oy ve 21 vekillik kaybetmesinin en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz bu oldu.

•••

AKP’nin seçim zaferini sağlayan ikinci ve belki de daha önemli bir unsur daha vardı: İktisadi kriz korkusu ve istikrar arayışı.
Seçimden önce neredeyse bütün anketler AKP’nin yine çoğunluk sağlayamayacağını ve ufukta yine bir “koalisyon”un göründüğünü işaret ediyordu. Oysa partilerin tutumunda önemli bir değişiklik olmamıştı. Koalisyon kurmada 7 Haziran’dan sonra karşılaşılan güçlüklerin aynen devam edeceği anlaşılıyordu. MHP, “HDP’yle asla!” saplantısı dışında, “hırsızların yargılanmasından da vazgeçemem!” diyor; AKP ise, buna “o dosyalar çoktan kapandı” diye yanıt veriyordu. Bu koşullarda bazı AKP ağır topları “üçüncü seçim”den söz etmeye, iş çevrelerine korku salmaya başlamışlardı bile!.

•••

Gerçekten de on dört yıl önceki krizin acı hatıraları belleklerden hala silinmemişti. Koalisyon kurmanın bile çok zor olduğu bu karanlık günlerde yine de AKP ehveni şer sayılabilirdi. Zaten altmış yıllık çok partili hayatımızda “insan hakları”, “fikir özgürlüğü”, “yargı bağımsızlığı” gibi faktörler hiçbir zaman seçmen oylarında belirleyici bir rol oynamamışlardı. Nitekim 1 Kasım seçimleri de bu konuda hala bir ilerleme olmadığını ortaya koyacak ve milyonlarca seçmen işsiz kalma ya da iflas etme korkusuyla oylarını AKP’ye verecekti.

•••

Gerçekten de seçimler yapıldı; AKP tekrar iktidar oldu, fakat önümüze de bu toplumun sorunlarına yanıt verme hususunda daha umut verici bir tablo çıkmadı. Bunu bağnaz, ilkesiz ve çıkarcı bir partizan gurubu dışında kimsenin iddia edebileceğini sanmıyorum. Aksine toplumun temel sorunlarının her gün biraz daha ağırlaştığı günlerde yaşıyoruz.
Kuşkusuz bu ülkede –bazıları vahim- çok krizler yaşadık; fakat Türkiye kendi bölgesinde hiçbir zaman böylesine bir husumet çemberi ile çevrilmemişti. Ortadoğu’da Suudi Arabistan ve Katar’dan başka “dost” kalmadı ve bu içten pazarlıklı ülkelerin de Erdoğan ve Davutoğlu hakkında aslında ne düşündüklerini bilmiyoruz. Erdoğan’ın dış politikasına temel teşkil eden Esad düşmanlığı çoktan çöktü ve sonunda Rusya’da devreye girerek Esad’ı Moskova’da kırmızı halılarla karşıladı. Ve bütün bu gelişmeler karşısında, daha düne kadar Ortadoğu liderliğinden söz eden yandaş basın da, ortalığa yeni bir “Sykes-Picot anlaşması” korkuları salmaya başladı.

•••

Ya AB ülkeleri? Ya ABD? Daha üç beş yıl öncesine kadar köktenci İslamcılığa karşı Atatürk Türkiyesi’nde model arayan burjuva demokrasileri?
Bereket versin ki Erdoğan yabancı dil bilmiyor ve bu dünyanın medyasında yayınlanan yazıları okuyamıyor. Ne yazık ki bunları kendisine olduğu gibi okuyacak olanları da son yıllarda yanından uzaklaştırmış görünüyor. Oysa Batı kamuoyuna yön veren bazı organlarda çıkan yazıların başlıkları bile 2015 Türkiyesi’nin dünyadaki yeri hakkında canlı bir fikir veriyor.
O halde biz de yazımıza bu konuda bazı örneklerle devam edelim..

•••

İşte seçimlerden sonra Batı basınında Türkiye ile ilgili bazı yazı başlıkları:
1) NEW YORK TIMES (2 Kasım, başyazı): Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Korkutma Taktiği Başarılı Oldu.
2) WASHINGTON POST (2 Kasım): Bölgedeki Krizler Sürerken Türk Seçimleri Erdoğan’ın İktidar Gücünü Artırdı. (Ishaan Tharoor),
3) FİNANCİAL TİMES (2 Kasım): Erdoğan Bölerek Yönetiyor ve Türkiye Bedel Ödüyor. (David Gardner);
4) The GUARDIAN (2 Kasım, başyazı): Türk Seçimleri: Bedeli Olan bir Zafer..
5) The GUARDIAN (2 Kasım): Erdoğan’ın Vadettiği İstikrar İçin Türkler Ağır Bir Bedel Ödeyebilir. (Simon Tisdall).
6) Le MONDE (3 Kasım, başyazı): Türkiye’de Erdoğan Otoriter Sapmayı Sürdürmenin Araçlarını Tekrar Elde Ediyor,
7) SÜDDEUTCHE ZEITUNG (2 Kasım): Türkiye: Korku İçinde ve Yabancılaşmış bir Ülke (Mike Szymanski).
8) Der SPİEGEL (3 Kasım): Seçimlerden Sonra Türkiye: Eleştirilere Karşı Sopa.

•••

Yukarıdaki örnekler çok daha artırılabilir; fakat bu kadarı bile bugünlerde dünya aynasında Türkiye gerçeğinin ne kadar soluk göründüğünü anlatmıyor mu?

Kuşkusuz AKP sözcüleri yine bunları yazanların Türkiyeyi çekemeyen, bu ükenin büyümesinden korkan ve bunu frenlemeye çalışan Türk düşmanları olduklarını söyleceklerdir. Oysa ne yazık ki bizde de, aklı iktidar ve çıkar hırsıyla ya da yargı korkusuyla tutulmamış olanların gördükleri tablo budur: Kan ve ateş içindeki bir bölgede her gün biraz daha savaş koşullarına sürüklenen yalnız bir ülke; durgun bir ekonomi; artan işsizlik; yıllardır en ufak bir atılım yapamamış bilim ve teknoloji donanımı; krizin daha da yoğunlaşmaması için ABD Merkez Bankası’na çevrilmiş gözler.. Ve bu tablo karşısında “Ya Allah, Bismillah!“ nidaları arasında seçim zaferini kutlayan bir parti başkanı.. Oysa devekuşu politikası ve sindirme taktiği ile kazanılmış bir seçim zaferi, bir “Pirüs zaferi“ olmaktan öte bir anlam taşıyabilir mi?