Bu yılın 1 Mayıs’ı, 1977 1 Mayıs’ının 29. yıldönümü. 1 Mayıs 1977 yılında İstanbul Taksim meydanında yaşanan ve daha sonra başka örneklerini de gördüğümüz diğerleri gibi bu katliamın da soruları boşlukta, failleri cezasız kaldı.

'1 Mayıs'77 : Bir kırılma noktası ve aydınlatılmamış kitle kırımı' (1)



GİRİŞ: Bu yılın 1 Mayıs’ı, 1977 1 Mayıs’ının 29. yıldönümü. 1 Mayıs 1977 yılında İstanbul Taksim meydanında yaşanan ve daha sonra başka örneklerini de gördüğümüz diğerleri gibi bu katliamın da soruları boşlukta, failleri cezasız kaldı. Ülke tarihinde yıllardır yaşanan “faili meçhul” eylem ve cinayetlerin sorumluları, ya yakalanamadı ya yakalandı yargılanamadı; ya da yargılandı ama “örtülü tahliye”lerle hapisten kaçırıldı. Ancak, bütün bu yaşanılanlara rağmen, “toplumsal hafıza”mız unuttu, unutturulmaya çalışıldı. 1 Mayıs Taksim katliamı sonucu 35 kişinin öldüğü, 126 kişinin yaralandığı ve tamamı saldırının hedefi olan 98 kişinin sanık olarak yargılanıp beraat ettiği dava bugünlerde AİHM yolunda. Çünkü yürürlükteki yasal düzenlemeler ve uygulamalarla dava, “başbakan, bakan, MİT, emniyet, asker, CIA” engelini aşıp “Adalet”e ulaşamadı. Bizzat ilgili savcıların bile “gerçek failleri” işaret ettiği dava, soru işaretleriyle birlikte yargının tozlu sayfaları arasına gömülürken, yalnız mağdur ve tanıklar değil, üst düzey polis yöneticisinden, siyasi şahsiyetlere pek çok kişi, gerçek failleri “devletin içinde” aramak gerektiğini söyledi. DİSK 3. Bölge Temsilcisi danışmanı Yalçın Ergündoğan, kuşağının gençlik lideri Oğuzhan Müftüoğlu, dönemin DİSK avukatı Rasim Öz, Avukat Bahri Belen, 78’liler girişimi Türkiye Sözcüsü Celalettin Can’ın tanıklıkları ışığında "1 Mayıs katliamı"nı tartışmaya açılıyor. Birgün Gazetesi, bunca yıla rağmen, “aramak”tan ve “anımsamaktan” vazgeçmeyenlerin katliama ilişkin birbirinden ilginç açıklamalarını ve bir kez daha “hiçbir şey bilmiyormuşuz” dedirten inanılmaz “bilgi yumağı”nı okuyucularına sunuyor… [ İnci Hekimoğlu]

YAŞAYANLAR ANLATIYOR
1 Mayıs 1977, 12 Eylül Darbesi’ne giden kanlı yolun en önemli kilometre taşıydı. Darbecilerin “koşulları olgunlaştırmak” üzere tetiğe bastıkları bu ilk gün, Taksim meydanını dolduran ve 500 bin kişinin üzerinde olduğu tahmin edilen kitleye karşı yapılan acımasız kıyımda, resmi kayıtlara göre 34 kişi öldü, 200’e yakın kişi yaralandı. Bugün “belki” önemli birer siyasi şahsiyet olarak aramızda dolaşan failler ve işbirlikçileri ise yargı önüne çıkarılamadı. Kendi halklarına karşı kıyım yapmış olsa bile onlar, devlet geleneğimize göre “kurşun atsa da yese de birer kahraman”dı ve ne yazık ki onlarla “gurur duyanlar” vardı! Kıyımın faillerini ortaya çıkarmak üzere açılan 1 Mayıs davası ise, adeta hukuk literatürüne geçecek traji-komiklikte bir yargılamaya sahne olmuştu. Sanık sandalyesine gerçek failleri oturtamayanlar ya da oturtmayanlar, sanki katliamdan sağ kurtulmalarını cezalandırıp, mağdurları sanık sandalyesine oturtuvermişti. Bu gariplik, mahkeme üyelerince de tespit edilmiş, hatta savcılık iddianamesine de şu ifadelerle yansımıştı: "Bu büyük ve kanlı facianın tertipçisi, uygulayıcısı yurt ve insanlık düşmanı olan bu asli failler er geç tespit edilecek ve tarihin ve şaşmaz adaletin önüne çıkarılıp hüküm giyeceklerdir…” Bu ifadeleri iddianameye koyarak tarihe önemli bir kayıt düşen savcı Dr. Çetin Yetkin ise; 1977’nin eylül ayında görevinden alınarak soruşturma savcılığına atandı ama bu kez de kendisi görevinden istifa etti. Sözünü ettiği “şaşmaz adalet” ise sadece, çeşitli haklarından mahrum bırakılan mağdur ve masum sanıkların tam 14 yıl sonra beraat etmelerine yaradı.

'BU TARAFTA ÇOK ÖLÜ VAR'
O günlerde kanlı bir tarihe tanıklık ettiklerinin farkında olmadan heyecanla haykıran yüzbinlerin içindeydi. Henüz 24 yaşında bir genç olarak, coşku içinde “Bu alan 1 Mayıs Alanı !..”,
“Yaşasın 1 Mayıs !..” sloganları atarken, önce kendini inanılmaz bir saldırının ortasında buldu sonra da sanık sandalyesinde.
Yalçın Ergündoğan nasıl, hem masum hem mağdur hem sanık hem tanık olabildiklerini anlatmaya şu cümleyle başlıyor: “Coşku içinde 1 Mayıs’ı kutlamakta iken birden kendini ‘sanık’ olarak bulan doksansekiz kişiden biriydim.”
O tarihlerde İzmir’de DİSK 3.Bölge Temsilciliği’nde görevli olan Ergündoğan mitinge, yurdun dörtbir yanından İstanbul’a akan yüzbinlerle birlikte İzmir’den gelmişti. Asla unutmadığı “o an”ları bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor: “Türkülerimizi, özlemlerimizi, taleplerimizi haykırıyorduk. Ben de elimde ‘megafonla’ kortejimizi yönlendiriyordum. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasını tam bitirmekte idi ki, alan o günkü adıyla İntercontinental Oteli’nin çatısından açılan ateşle birlikte karışmaya başladı. Ellerimizdeki megafonlarla kitleyi dağılmamaya çağırıyorduk. Ama panik havası dağıtılamıyor, herkes kaçışıyordu. Kurşun vızıltıları arasında herkes yata kalka kaçışırken, bir yandan da polis panzerleri sirenlerini çalarak kitlenin üzerine yöneliyor, diğer yandan da ses bombası kullanarak paniği daha da artırıyorlardı.”

İLK ATEŞ VE ‘PANİK’
Dağılan kitleyle birlikte panik halinde kaçmaya çalışanları ise polis bekliyordu. Dolmabahçe Sarayı yakınında, elindeki megafon ve sırtındaki kırmızı DİSK gömleği ile rahatça seçilen Ergündoğan da polise “düşen”lerdendi.
“Bizi ağır hakaretler, tekme tokatlar ve cop darbeleri ile polis araçlarına doluşturdular. Önce Sirkeci’deki (eski 2.Şube) Polis Merkezi’nin geniş nezarethanesi’ne attılar. Araçtan indirirken de, iki sıra polisin arasından ağzımız burnumuz kan içinde yerlerde sürüklenerek, bıyıklarımız yolunarak; ‘söyle bakalım lan, Allah var mı?’ naraları ile üzerimizde tepinilerek geçirildik. (Günler sonra serbest bırakıldığımda, sırtımın siyahlığı henüz geçmemiş ve yürümekte zorluk çekiyordum. DİSK; iki kişilik uçak bileti alarak beni iki kişilik koltuğa yatırarak ancak İzmir’e gönderebilmişti.)”

‘ÖLENLERİ BİLMİYORDUM…’
Kuşağının önemli gençlik liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu, hâlâ o günkü kadar kırgınlık, kızgınlık ve acıyla anımsadığı kanlı 1 Mayıs’ta, Taksim Meydanı’ndaki heykelin hemen yanında, Devrimci Yol grubuyla birlikte yer alıyordu. Yüzlerce tanığın söylediklerini onun anıları da doğruluyordu:
“Önce sular idaresinin arkasından tek bir silah sesi duyduk. Sonra değişik yönlerden gelen yoğun silah sesleriyle birlikte büyük bir kargaşa başladı. Kitlenin sağa sola savrulan devinimi yönünde sağa sola sürüklendim. O anda ne olduğunu anlamak olanaksızdı. Kürsüden uzaktık. Bir ara ortalıkta telaşla koşuşturan bir DİSK yöneticisini gördüm. Sanırım Bingöl Erdumlu idi. Ne olduğunu sordum. ‘Maocular saldırdı’ dedi. Sonra panzerler geldi. Paniği arttırmak için panzerleri topluluğun üzerine hızla sürerek su sıkıyorlardı. Önümdeki gençlerden bir kaçı panzerlere tabancayla ateş ettiler. Dava sırasında sözü geçen ‘beyaz reno’yu ben de gördüm.”
Büyük kalabalık kısa bir süre sonra dağılmaya başlamış, henüz olayların şoku içinde, olup- bitenin farkında olmayan binlerce kişi gibi, bir yandan mitingin dağıtılmış olmasından dolayı “rezil olduk” diye üzülüyor, bir yandan şaşkınlık içinde alanın ortasında dolaşıp duruyordu: “Bir ara Kazancı Yokuşu'nun yakınlarına geldiğimde, yokuşun başından tanımadığım birinin panik halinde ‘bu tarafta aşağıda bir çok ölü var’ diye bağırdığını duydum. Onun olayların etkisiyle şok geçiren biri olduğunu sandım. Alan büyük ölçüde boşaldığında kürsünün oradaydım. Kürsüde yöneticilerden kimse yoktu. Yüksekçe bir yere çıkıp oturdum. Meydan darmadağınıktı. Pankartlar, bayraklar yerlerdeydi. Otuz kırk civarındaki polis grubu AKM’nin önünde bağırıp çağırıyordu. Alandan akşama doğru, o anda kime olduğunu kestiremediğim bir öfke ve üzüntüyle ayrılırken henüz o kadar insanın öldüğünü bilmiyordum.”

‘ATEŞ İÇERDEN GELMEDİ’
Alanda bulunanlardan biri de o tarihte DİSK’in avukatlarından olan Rasim Öz’dü. İlk olarak kürsüye ve kürsüden halka seslenen dönemin DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’e yönelen ateşi ilk görenlerden biriydi. “Kürsüye ateş başladığında Kemal Türkler’i omuzlarından bastırarak izledim olayları. İlk ateş Tarlabaşı girişinden geldi, tabanca sesiydi. Önemli bir dalgalanma olmadı” diyor ama hemen ardından ateşin ve paniğin nasıl artırıldığını anlatıyordu:
“Sular İdaresi’nin üzerinden ateş başlayınca, hemen akabinde Pamuk Eczanesi’nin üstünden, Kazancı Yokuşu’nun yanındaki çiçekçiden ve Intercontinental Oteli’nin (bugünkü Etap Marmara) sonradan yerini kesin olarak tespit ettiğimiz dördüncü ve beşinci katlarından ateş edildi. Otelden gelen ateş doğrudan kürsüyü hedef almıştı. Her taraftan ateş edilince insanlar ekin gibi bir o yana, bir bu yana yalpaladı. Ölü sayısını arttıran en büyük etken de iddianamede ve davanın gerekçeli kararında da belirtildiği gibi o gün görevli olan emniyet amirlerinin hiçbir gereği yokken, asıl silahların atıldığı yere gidip onları yakalamaya çalışmak yerine, korkunç siren sesleri çıkaran panzerlerle, ses bombası atarak, ateş ederek polisi insanların üzerine göndermesidir. Topluluk zaten ortada ve polis çemberi içinde, ayrıca DİSK görevlileri de topluluğu çevirmiş… İçerden bir ateş söz konusu değildi.”

» Oğuzhan Müftüoğlu (Devrimci Yol korteji ile alana gelmişti): "Bir ara Kazancı Yokuşu'nun yakınlarına geldiğimde, yokuşun başından tanımadığım birinin panik halinde ‘bu tarafta aşağıda birçok ölü var’ diye bağırdığını duydum. Onun olayların etkisiyle şok geçiren biri olduğunu sandım. Alan büyük ölçüde boşaldığında kürsünün oradaydım. Kürsüde yöneticilerden kimse yoktu. Yüksekçe bir yere çıkıp oturdum. Meydan
darmadağınıktı..."

» Yalçın Ergündoğan (1977'de İzmir’de DİSK 3. Bölge Temsilciliği’nde danışman): "Türkülerimizi, özlemlerimizi haykırıyorduk. Ben elimde ‘megafonla’ kortejimizi yönlendiriyordum. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasını tam bitirmekte idi ki, alan o günkü adıyla Intercontinental Oteli’nin çatısından açılan ateşle birlikte karışmaya başladı. Ellerimizdeki megafonlarla kitleyi dağılmamaya çağırıyorduk. Ama panik havası dağıtılamıyor, herkes kaçışıyordu.

» 1977 katliamına en yakından tanık olanlardan biri de dönemin Mali Şube Müdürü Recep Ordulu’ydu. O dönemde görev yapan resmi kişiler arasında tek konuşandı. Ama daha çok, bilgi vermek yerine
“bilgileriyle ulaştığı sonuçları” yorumlamayı tercih ederek, 1997 yılında Gazete Pazar’a verdiği röportajda tanıklığını şöyle aktarıyordu:
“Polisin olayı tezgâhladığına inanmıyorum. İçinde birkaç kendini bilmez vardır. Panzerler, Renault’nun ortalıkta dolaşması... Mantar tabancası da patlasa aynı şey olurdu. Tedbiri güzel yapamadık. Ölü sayısını artırdık. Ölen 34 kişiden biri mermiyle yaralanmıştı. Diğerleri boğulmaktan, havasızlıktan öldüler. Belediyenin araçları geçişi önledi. Hepimiz kaçtık. Oradan da ateş ediliyordu, İstiklal Caddesi girişindeydi otobüsler. Oraya gidiyorduk, ateş oradan ediliyor diye; sonra, Maksim Gazinosu tarafından ateş ediliyordu. Sürekli, biz 200 polis, oradan oraya koştuk.”

HEPSİ PROVOKATÖRLERİ GÖRDÜ
Hepsi aynı provokatörleri gördü, ateş edilen yerleri hep aynı biçimde tanımladılar ama her biri alanın bir başka yerinde, başka bir katliam sahnesine tanıklık etti. O güneşli gün, bir bayram gibi başlamıştı. Sevinçli bir telaş içinde insanlar, rengarenk giysileri ile kadınlar, annelerinin ellerinden kurtulup her bayram olduğu gibi oynamaya kaçmak için çekiştiren çocuklar yavaş yavaş marşlarını, türkülerini mırıldanmaya başlamışlardı. ‘Bir Mayıs, Bir Mayıs. İşçinin Emekçinin Bayramı…’ Davullar ve zurnalar da aralarda tempo tutuyor, solo geçiyordu. Dakikalar ilerledikçe alana akan kalabalık adeta “hoparlörlerini gökyüzüne yerleştirmiş dev bir koronun yayınına katılmış”, “bu görkemli kenetleniş, bu büyük koro, yüzbinlerce insanın tek bir yürek gibi atışı” o nedenle etkilemişti ki, “Eğer uyanış, inanç ve güç buysa devrim niçin olmasın” sorusunu düşündürmüştü, Bahri Belen’e. Dönemin DİSK ve bağlı sendikalarının avukatı olan Bahri Belen, “Hele DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmaya başladığında meydan ve meydana açılan tüm cadde ve sokaklardan akmaya devam eden insanlara herkes bir omuzluk yer açmak için kendini küçültüyordu” diyordu. Ama alanı aydınlatan o parlak güneş, akşam saatlerine doğru sararıp solacak, alanı kaplayan kopkoyu bir “karanlığın” ve o “karanlıkta yitenler”in üzerine düşecekti.

OLAYLARI İLK VE TEK SİLAH SESİ BAŞLATTI
Diğer tanıklar gibi, Avukat Belen de kıyımı “ilk ve tek bir silah sesi”nin başlattığını vurguluyor, ardından şunları anlatıyordu: “Kemal Türkler’in konuşmasının bitiş anına yakındı. Önce bir tek silah sesi duydum. Kürsüye yirmi metre kadar yakındım. Ardından makineli tüfek taraması gibi bir tarama. Gökyüzüne çevrilen gözler, başlarımızın üzerinden geçen mermileri gördü. Eğilmek ve yere yatmak gerekirdi belki ilk refleksle. İnsanlar deniz gibi dalgalandı. Küçük dalga boyları ile. Çünkü insanlar zaten kıpırdanamayacak kadar omuz omuza, sırt sırta idi. Sanki bu taramayı bekler gibi panzerlerin sesleri kapladı alanı.” Bir anlık şaşkınlıktan sonra, kitle ‘Faşizme Geçit Yok’, ‘Faşizme Karşı Omuz Omuza’, ‘Tek yol Devrim’ sesleriyle direnişlerini ortaya koymaya çalışmış, panzer sirenlerini ve silah seslerini duyulmaz yapmışlardı. “Ne yapılabilirdi ki bundan başka” diyor, Belen; “Kıpırdayamaz, bakamaz, göremezken insanlar.”

‘VURULAN VAR MI DİYE SORDUM’
Ama bu ruh hali kısa süre sonra paniğe dönüşüyor ve kitle can havliyle yönlendiği her çıkış noktasında polis barikatıyla karşılaşıyordu. Artık sloganların yerini büyük bir uğultu ve acı haykırışlar almıştı: “Kürsüye yaklaştığımda alan boşalmaya yüz tutmuştu. ‘Vurulan var mı?’ diye sordum. ‘Bilmiyorum, başkanı yolladık’ dedi bir ses. Sendikacı Sıtkı Coşkun’du. Ve kürsünün bir kenarından etrafı kolaçan edip, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Dakikalar sonra alanı tümüyle panzerler kapladı. Hâlâbir anons yapıp yapmadıklarını hatırlayamam. Ama panzerlerin sesleri, sirenler ve sonrası ambulans sesleri… Hiç savaş yaşamamıştım. Filmlerdeki savaş sahneleri de sanki bu denli vahşi ve korkunç değildi. Kürsünün yanında Sıtkı Coşkun, Avukat Enis Coşkun ve ben kalmışız. Şaşkınlıktan mı, sorumluluk duygusundan mı bilmiyorum, kürsünün üstünde ve etrafındaki bayrakları, DİSK flamalarını topladık. Bir ara hızla alana giren bir panzerin yolunun üzerinde, Otel’in yanındaki yokuşun başına yakın bir yerde yatan insanı gördüm. Panzerdeki sürücünün bunu görme olanağı olmayabilirdi. Bağırarak panzere koştuğumu hatırlıyorum. “Yerde biri yatıyor!” Panzer yavaşladı. Sanki O’nun görevi bitmişti. Bizim de kaybedecek bir şeyimiz kalmadı gibi düşünmüştüm. Yatan insanın koluna girdim. ‘Hastaneye götüreyim mi?’ diye sordum. Adam ayağa kalkınca ‘Hayır, hayır tamam iyiyim’ dedi. Sendeleyerek yokuş aşağı indi.”

‘HAVA KURŞUN GİBİ AĞIRDI!’
Aslında tüm coşkusuna rağmen daha günün ilk saatlerinde gizliden bir kaygı kitlenin içine düşmüş, bu kaygıyı sloganlarla, marşlarla dağıtmaya çalışmışlardı ama korktukları şeyin başlarına gelmesini engelleyememişlerdi. Kuşkusuz bu gerilimin altında, “medyumluk” yapıp, günler önce adeta provokasyonu haber veren yazılarıyla, manşetleriyle “1 Mayıs”ta olaylar çıkacağını ilan eden sağ basının büyük payı vardı. Bahri Belen’in “havada coşku ile birlikte gizli bir tedirginliği hissetmemek mümkün değildi” dediği “kitle psikolojisi”ni, Celalettin Can da farklı sözlerle tanımlıyordu: “Çok tedirgindik, herhangi bir olay olabileceği duygusunu taşıyorduk. Konuşmaları, sloganları sanki duymuyorduk. Adeta zaman duruyor gibiydi, ağır bir hava vardı. Şairin dediği gibi hava kurşun gibi ağırdı…”

VURULDUM CELALETTİN! İŞTE, İLK KURŞUN BUYDU:
Dönemin İstanbul Dev-Genç başkanı olan Celalettin Can, 50 bine yakın Dev-Genç’liyle birlikte toplandıkları, Beşiktaş Yıldız bayırından alana girişlerindeki zorlanmayı ve yaşadıkları psikolojiyi
“telaş” diye tanımlıyor ve bu “telaş” ile başlayıp, “panik” ile sonlanan “yol”un nasıl kana bulandığını tüyler ürperten anılarıyla aktarıyordu:
“Yıldız bayırından Taksim’e giden kortej bir türlü ilerleyemedi. Saatlerce beklemek zorunda kaldık. Ama bir telaş da vardı. Alanda olay olabilir, emekçiler zarar görebilir, bir an önce orada olalım, üstümüze düşeni yapalım kaygısındaydık.
Bu duyguyla Dolmabahçe üzerinden Taksim’e çok ağır ilerleyen DİSK kortejini takip etmek yerine, 50 bin kişiyle ara sokaklardan Nişantaşı’na, oradan Harbiye, Elmadağ üzerinden Taksim’e geldik. Bizim bulunduğumuz yer, Kurtuluş Savaşı’nın öncülerini sembolize eden heykelin çevresi, sular idaresinin önü, Kazancı Yokuşu’nun Taksim’e çıkan ön taraflarıydı. Kürsü de tedirgindi, sık sık muhtemel olaylara karşı alanın örgütlenme sorumlusu Sıtkı Coşkun uyarı yapıyordu. Bu uyarı doğrudan devlet güçlerinin saldırısından çok, kimi sol grupların alana girerken çıkabilecek olaylardan devlet güçlerinin yararlanarak bir provokasyon yaratabileceği endişesiyle yapılıyordu.
Ben 1976 1 Mayıs’ına da katılmıştım, 1978’e de… Kürsünün bu denli tedirgin oluşunu, mitingi sanki bir an evvel bitirme eğilimini ilk kez 1977 Bir Mayıs’ın da hissettim. Sadece kürsü değil, biz de aynı haleti ruhiye içindeydik. Konuşmaların bir an evvel bitmesini, mitingin kazasız belasız dağılmasını istiyorduk.”

‘ALTTA KALANLARI ÇIKARIYORDUK’
Celalettin Can, yalnız katliamın bütün detaylarını değil başlangıç saatini bile tamı tamına hatırlıyordu. Çünkü sık sık saate bakıyordu: “Saat 17.00 civarıydı. Ben, kaybettiğimiz değerli arkadaşlarımdan Sinan Kukul ve İbrahim Erdoğan, o dönem Taksim meydanında, meydanı adeta ortadan kesen, heykelin arkasındaki durağın önündeydik. Üçümüz yan yanaydık. Yanımızda Elazığlı bir arkadaşımız daha vardı. Hemen benim sol tarafındaydı. Yönümüz Sular İdaresi’ne doğruydu. Sular İdaresi’nden bir saldırı gelebileceği tedirginliği içinde olduğumuzdan, sık sık Sular İdaresi’nin üstüne bakıyordum. Gayet iyi hatırlıyorum”. Hatta güneş yüzüne vurduğu için gözü kamaşıyor, Sular İdaresi’ni net görmesini engelliyordu. Bu nedenle arkadaşlarından şapka istemiş, onlar da gazeteden bir şapka yapıp vermişlerdi. İşte o sıralarda sanki bir an zaman duruvermişti, onun için: “İnsanlar sanki benden uzaklaştı, sloganlar uğultu gibi gelmeye başladı, sanki o kalabalığın içinde değil başka bir yerden izliyordum. Her şey donmuş gibiydi. Bir el silah patladı. Yanımdaki Elazığlı arkadaşım, sağ dizinden vuruldu ve ‘vuruldum Celalettin’ diye bağırdı. İşte ilk kurşun buydu!”

‘SÜRÜKLENİYORDUK...’
Bir yandan bu ilk kurşunla vurulan arkadaşlarını geri çekmeye çalışırken, onlar da gayri ihtiyari birkaç adım geri gitmişlerdi. Tam o sırada arka arkaya gelen üç kurşun tam önlerine düşmüştü: “Alanın yarısına yakınını oluşturan Dev-Genç kitlesinin miting sorumluluğu üçümüzdeydi. Peşi sıra kurşun yağmuru, panzerlerin siren sesleri, peş peşe bombaların patlaması ve kitlenin sel gibi, can havliyle dalga dalga sağa sola savrulması, ilk anda da İstiklal caddesine doğru, bizi de içine katarak sürüklemeye başladı. Ama İstiklal Caddesi’nde ve Sıraselviler’de polis barikatları vardı ve bırakmadılar. Bu kez aynı dalga Kazancı Yokuşu’na doğru yön değiştirdi. Kazancı yokuşunun başından yaklaşık 10 metre ilerisinde, bir kırmızı kamyonet konmuştu. O kamyonete çarpıp üst üste yığılmaya başladı insanlar. Hatta ilk elde kendim de o kalabalığın altına düşmüştüm. Nasıl çıktım hatırlamıyorum, soğukkanlılığımı kaybetmedim, dipten bir şekilde çıktım. Arkadaşlarla birlikte Kazancı Yokuşu’nun başına barikat kurup kitlenin daha fazla üst üste binmesini engellemeye çalışırken bir yandan da alt kalanları çıkarıp adeta paket gibi peş peşe kenara çekiyorduk. Aynı zamanda bir grup arkadaşımız da panzerin sıkıştırmalarına karşı Intercontinental Oteli’nden, Pamuk Eczanesi’nden ve Sular İdaresi’nden yapılan ateşe karşı kitleyi savunmaya çalışıyordu.”

TAKSİM ALANI'NDAN SUSURLUK'A UZANAN YOL
Katliama ilişkin ortaya atılan isimlerle Türkiye, başka faili meçhul cinayetler ve Susurluk’ta tekrar karşılaşacaktı: Reno’daki A.K., Mete Altan, Mehmet Eymür, Nuri Gündeş, Hiram Abas ve Orhan Kilercioğlu...
Alanın bütün çıkış yollarını barikatlarla kesen provokasyon tertipçileri elbette, halkın kaçış yolu arayacağını da hesaplamış ve bilinçli olarak sadece Kazancı yokuşunu açık bırakmışlardı. O daracık yokuşa hücum eden halkı tek bir yere sıkıştırmak, imhayı kolaylaştıracaktı. Yaşanan bütün paniğe rağmen, bir yandan kitleyi korumaya, kıyımı en az zararla atlatmaya çalışan alan görevlileri, bir yandan da soğukkanlılıklarını kaybetmeden tespit ettikleri provokasyon merkezlerini etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. O gün, o tarihte sonuçsuz kalan bu çabaların, aslında çok önemli bilgilerin ortaya çıkmasına, kamuoyunun son yıllarda yakından tanıdığı çok önemli isimlerin katliamla bağlantısını kurmaya yaradığını Celalettin Can’ın tanıklığıyla öğreniyorduk:

‘METE ALTAN SERBEST BIRAKTI’
“Bir kısım arkadaşlarımız Sular İdaresi’nden ateş eden grubu enterne etmek için İstiklal Caddesi’nin girişindeki polis barikatını yarıp, Taksim tuvaletlerinin olduğu sokağın girişinin sağ tarafından, Sular İdaresinin arkasına geçmeye çalışıyordu. Ama başlarında ünlü bir polis şefinin olduğu (ki arkadaşlarımız onu tanıdı ve Mete Altan olduğunu söylediler) 20 civarında sivil bir grupla karşılaştılar. Ateş edenler onlardı! Sonradan öğrendiğimiz de; jandarmanın Sular İdaresi sorumlusu Üsteğmen Abdullah Erim, Sular İdaresi’nden kitleye ateş eden grubu enterne ediyor ve bunları Mete Altan’a teslim ediyor. Ancak Altan, emniyete götürmek üzere aldığı bu grubu hiçbir kayıt tutmadan serbest bırakıyor.
Bir grup arkadaşımız da kitleye ateş edilen İnter Continental Oteli’nin (şimdiki The Marmara) içine girip 2. kata çıkmaya çalışırken, 2. katın başında yine silahlı bir sivil grupla karşılaşıyor, itiş kakış yaşanıyor ve kata çıkmalarını engelliyorlar. Aynı grup kata başka bir yoldan girebilmek için, Kazancı yokuşundan aşağı inip, 20- 25 metre aşağıdaki İnter Continental’in garajından çıkmayı denediği sırada, garajdan beyaz bir Reno fırlıyor. Reno’yu kovalıyorlar ama yakalayamayınca tekrar Kazancı yokuşunun başına dönüyor, arkadaşlarımız. Aynı Reno çok geçmeden, hemen 5-6 dakika sonra bu kez Sıraselviler tarafından Taksim Meydanı’na giriyor. Arkadaşlarımız bu kez aynı Reno’nun, Kazancı yokuşunun önünden Atatürk Kültür Merkezi’ne giden yoldan süratle geçerken, uzun namlulu silahlarla kitleye ateş ettiğini görüyor ve aynı Reno ateş etmeye devam ederek. yeniden Sıraselviler’e dönüyor.”

KATLİAM SİMGESİ BEYAZ RENO
Katliamın sembolü haline gelen beyaz Reno’yu, o gün alanda olup da görmeyen hemen hemen hiç kimse yoktu, tıpkı Mete Altan’ın teslim alıp serbest bıraktığı belirtilen silahlı grup gibi. Nitekim Avukat Rasim Öz, resmi kişilerin de doğruladığını belirttiği şu bilgileri aktarıyordu:
"Soruşturma sırasında müdür ve amir düzeyindeki polisler de Sular İdaresi üzerinden ateş edildiğini açıkladı. Ayrıca Jandarma Komando Birlik Komutanı Üsteğmen Abdullah Erim, Sular İdaresi’nin üzerinden ateş etenleri yakalamak üzere harekete geçtiğini, bu kişilerin mukavemetine ve bir bölümünün kaçmasına rağmen 20 kadar kişiyi yakalayıp polise teslim ettiğini açıkladı. Ama bu kişilerin polisçe kimlikleri saptanmamış, haklarında ne yapıldığını belirten bir evrak düzenlenmemiş. Çatlıları, Ağar gibiler talimatla nasıl serbest bıraktırdıysa, bunları da o günkü çete amirleri bıraktırdı. Kendileri de söylüyor, çetenin içinde olmayan polisler, Sular İdaresi’nin üzerinde yakaladıklarını götürüp tuvaletlerin arkasındaki askeri birliğe teslim ediyorlar. Sonra da amirlerinin talimatı üzerine geri alıyorlar, ama hiçbirini adli makamlara teslim etmediler, isimlerini söylemediler.”

» * '1 Mayıs'77 : Bir kırılma noktası ve aydınlatılmamış kitle kırımı' (2)