TEKEL’in özelleştirilmesinin ardından, TEKEL işçilerinin adeta kölelik koşullarında istihdam edilmesinin kamuoyundaki kod adı, yasanın ilgili maddesi uyarınca “4-C” olmuştu ve TEKEL işçileri bu kölelik düzenlemesine karşı Türkiye’yi günlerce sarsan bir eylem dalgası başlatmışlardı.

İşçiler Ankara’nın göbeğine çadırlarını kurmaya başlamadan önce kendi yaşadıkları şehirlerde eylemler düzenlemişlerdi ve bunlardan biri İstanbul’da, bir açılış töreni esnasında ve “en yetkili ağız” konuşurken gerçekleşmişti. O “en yetkili ağız” ise kürsüden eylemci işçilere şöyle seslenmişti:

“Kusura bakmayın. Biz sizleri şu andaki işlerinizde istihdam edemeyiz. Sendika temsilcilerine sorarsanız onlar size gereğini anlatır. Lütfen burayı da provoke etmeyin. Bunların anlayışları böyle. Bunlar ‘devletin malı deniz yemeyen domuz’ dediler. Biz artık yatarak para kazanma dönemini geride bıraktık.”

İşçiler eylemlerini Ankara’ya taşıdıktan ve kamuoyunun giderek artan desteğiyle birlikte eylem bir numaralı gündem maddesi haline geldikten sonra, iktidarın gerilimi ve kaygıları da artmaya başlamıştı. Çünkü belki de ilk kez “çalışmadığı yerden gelen bir soru” ile karşıya karşıyaydı: Eylemci işçilerin çoğu iktidar partisinin “doğal tabanını” oluşturan ve küçük şehirlerde yaşayan sıradan dindar insanlardı.

Gerilim yükseldikçe kızgınlık da yükseldi kaçınılmaz olarak ve “en yetkili ağız” açlık grevi başlayınca bu sefer de şöyle bir açıklama yaptı:

“TEKEL işçilerini uyarıyorum. Yaptıkları açlık grevi ajitasyon. Muhalefetin bu çirkin oyununa gelmeyin. O marjinal örgütlerin tuzağına düşmeyin. 18 bin 4-C’li vatandaş değil mi? Özel sektör boş duranı işten atar, tazminatını öder, gönderir ama devlette böyle bir şey var mı? Onun için de devlette verimlilik yok. TEKEL işçilerimize sesleniyorum: O yanınıza gelip gidenler, bizim düşündüğümüz, sevdiğimiz kadar sizi sevmiyorlar.”

TEKEL’in kapatılması küresel sermaye adına IMF tarafından Türkiye’ye dayatılan neoliberal iktisadi programın tarıma bakışının bir parçasıydı ve bu bakış hem tarımı hem tütünü, uluslararası tekellerin çıkarları adına bitirmek istiyordu. Bu programın sadık takipçisi iktidar partisi döneminde tütün ekiminin köylü açısından giderek para getirmez bir iş halini alması ve sigortalı bir işte çalışma arzusu, proleterleşmeyi de beraberinde getirdi. Özellikle Ege’de, tütüncülük bittikçe yöre halkı madenlerde çalışmaya mecbur kaldı, proleterleşti.

O esnada iktidar, bir yandan madenleri özelleştirmeye açarak sermayeye devrediyor, bir yandan bu madenlere işletme ruhsatı verilmesini tek bir elde topluyor ve bir yandan da şirketlere çıkarılan tüm kömürü oy adına yoksullara dağıtmak için satın alma garantisi veriyordu. O büyük felaket bu nedenle göz göre göre gelecekti: Sermaye, kâr hırsıyla, güvencesiz ve güvenliksiz çalıştırmayla, hiçbir önlem almaksızın ve devlet denetimi olmaksızın işçileri madene soktu. Türkiye tarihinin en büyük cinayeti de bir madende yaşandı, tam 301 işçi Soma’da yaşamını yitirdi.

İşçilerin katili şirket, yani Soma Holding, hem iddialara göre havuzun bir parçasıydı, örneğin Sezgin Tanrıkulu, TBMM’ye verdiği bir soru önergesinde, söz konusu şirketin malum vakıflara bağışta bulunup bulunmadığını soruyordu, hem de işçilerin tanıklıklarına göre işçileri iktidar partisinin mitinglerine götürüyordu. ‘Zamanın ruhu’nu tam olarak yansıtan şey ise şirketin aynı zamanda inşaat sektöründe faaliyet göstermesiydi. Yani kömürden kazanılan paralar inşaata, iktidarın ekonomi modelinin merkezinde yer alan sektöre, betona gömülüyordu.

İstatistiklere göre Türkiye’de iş cinayetlerinde 2016 yılında en az 1970, 2017’de ise 2006 işçi hayatını kaybetti. 2016’daki ölümlerin 422’si, 2017’deki ölümlerin ise 453’ü inşaat sektöründe gerçekleşmişti ve işçi ölümlerinin en yoğun yaşandığı sektör burasıydı. On işçinin yaşamını yitirdiği Torunlar İnşaat davasında mahkeme suçlu bulduğu dokuz kişinin hapis cezasını kişi başına 60’ar bin 800’er lira para cezasına çevirdi. Dolayısıyla hem işçi öldürmenin suç sayılmadığı hem de işçi başına ortalama 60’ar bin liraya, yani bir daire parasına “ceza” denildiği görülmüş oldu.

Dün 1 Mayıs’tı. Sermaye sınıfına doğrudan ve açıktan “OHAL sayesinde grev olmuyor” diye seslenebilen ve bunu yaparken kendisini ezilenlerin, yoksulların, garibanların temsilcisi diye sunabilen bir iktidarın yönetiminde yaşanan on altıncı 1 Mayıs oldu bu. Bu on altı yıl boyunca TEKEL direnişi benzeri bir işçi sınıfı eylemine tanıklık etmedi bu ülke. Oysa iktidarın üzerinde durduğu ve hükmünü icra ettiği yapay ikiliklere, yapay çelişkilere karşı ancak hakiki bir çelişkinin, yani emek-sermaye çelişkisinin dillendiricisi ve taşıyıcısı olabilen bir siyaset, gerçek bir özne, gerçek bir aktör halini alabilirdi.

Geriye kalan on altı yılda belki bu olmadı ama unutmamak gerekiyor ki emek eksenli bir siyasetin inşası için gereken bütün koşullar var ülkede ve sadece işsizlikten, borçtan kendini yakmaya çalışan işçilere bakmak bile yeterli bunu görmek için. Bu yüzden, sahteliğin ve yalanın karşısına hakikatin siyasetiyle çıkmak gerekiyor. Emek işte o hakikatin ta kendisini temsil ediyor.