1 Mayıs’ta, hemen ülkenin her yerine yansıyan coşku, güçlü katılım Türkiye’de toplumsal muhalefetin canlılığını ve örgütlülüğünü yansıtmak açısından umut vericiydi. Geniş toplum kesimlerinin Gezi fikrine ve pratiğine sahip çıkma kararlılığı da çok değerliydi.

1 Mayıs ve muhalefet

Tayyip Erdoğan’ın 1 Mayıs vesilesiyle işçilere hitaben yaptığı konuşmadaki, “Maalesef ülkemizde bazı kesimlerde bir şükürsüzlük, bir tatminsizlik, bir karamsarlık hali aldı başını gidiyor” ifadesi dikkate değer. Kelimelerin dikkatle seçilmesi, konuşmaya hakaretten uzak bir sitem tınısının egemen olması, aslında ciddi bir endişenin, adeta acizliğin dışa vurumu olarak yorumlanabilir.

Belli ki AKP artık kendi seçmenini de ikna etmekte zorlanıyor, özellikle geçim sıkıntısı çeken yurttaşları nereden yakalayacağını bilemiyor. ‘Bütün dünya Türkiye’ye imreniyor”, “İlk 10 ekonomi arasına girmek üzereyiz” tarzı boş böbürlenmelerin, özellikle Hazine ve Maliye Bakanı tarafından azimle tekrarlansa da son zamanlarda muhafazakâr kitlelerde de karşılık bulmadığı anlaşılıyor.

EKONOMİDE UZATMALAR OYNANIYOR

Bu objektif gerçek, Saray rejimini iki ayrı eksenli bir stratejiye yöneltebilir. Birinci eksen, ne pahasına olursa olsun, orta ve uzun vadede ne kadar yüksek maliyetler getirirse getirsin seçimlere kadar yurttaşların geçim sıkıntısından, hayat pahalılığından kaynaklanan sıkıntılarını bir parça hafifletmek. Sürenin daralması, Mehmet Şimşek benzeri piyasacı teknisyenlerle, bir kemer sıkma programı uygulayıp, uluslararası piyasalara güven vererek makro ekonomik dengeleri sağlama seçeneğini ortadan kaldırıyor.

Sene başında asgari ücrete yüzde 50 zam yapılması gibi tavizlerle zaman kazanmaya çalışılacağı izlenimi uyanıyor. Ancak Kur Korumalı Mevduat’ın, Merkez Bankası politika faizini yüzde 14’te tutacağım derken kamu iç borçlanma faizlerinin yükselmesinin bütçeye getirdiği yüklerin giderek arttığı gözleniyor. Nitekim emeklilere bayram ikramiyesinin yükselen tepkilere rağmen bin 100 lirada tutulması bütçedeki bu sıkışmışlığın göstergesi.

Küresel ekonomik koşulların da; ABD faizlerinin yükselmesi, borsalardaki keskin düşüş, enerji ve emtia fiyatlarındaki artışın sürmesi, tedarik zincirlerindeki tıkanmalar, Çin ekonomisinin yavaşlaması vb. nedenlerle kendilerine pek de yardımcı olmadığı ortada. Enflasyonun kontrolden çıkması, örneğin İstanbul Ticaret Odası nisan ayı perakende fiyatları artışının yüzde 80’e dayanması işlerin hiç de yolunda gitmediğini gösteriyor.

Tüm umutlar, döviz kurunun istikrarlı seyrine bağlanmış durumda. Son günlerde küresel piyasalardaki gözlemlenen büyük çalkantının da etkisiyle dövizde yeni bir hareketlenme görülebilir. Bu da Türkiye ekonomisinin derin bir krize sürüklenip tepetaklak olmasına yol açabilir.

Erdoğan’ın son Suudi Arabistan gezisi, BAE ve İsrail ile ilişkileri düzeltme çabası Körfez ülkelerinden gelecek olası bir sermayeye can simidi olarak sarıldıkları şeklinde yorumlanabilir. Onların da Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan ürküp Türkiye benzeri ülkelerden emlak alımına hız vermeleri olasılığı var.

Küresel enflasyonun sıçramasının, kapitalizmin krize sürüklenme olasılığının artmasının iki farklı yönde yansıması görülebilir. Birincisi, iktidarın “kriz her yerde, enflasyon her ülkede” söyleminin inandırıcılığını artırabilir. Öte yandan yükselen gıda fiyatları, yoksulluğun yaygınlaşması gibi olgular Sri Lanka’da başladığı gibi; Irak’tan İran’a, Arjantin’den Brezilya’ya dalgalar halinde yayılabilir, bu Türkiye’de de ciddi bir toplumsal isyana iham verebilir.

KÜLTÜREL FAY HATLARI TETİKLENİYOR

İkinci eksen ise, kültürel fay hatlarını tetikleyerek, din-mezhep üzerinden karşıtlıklar yaratarak, geçim sıkıntısının halkta yarattığı tepkiyi başka bir zemine çekmek çabası gibi görünüyor. Gezi davasındaki kararın, AKP rejiminin kendi standartları içerisinde dahi ne kadar mesnetsiz; akla vicdana, hukuka tamamen aykırı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Erdoğan’ın kararın hemen ardından Osman Kavala için, “Bu adam Türkiye’nin Soros’uydu, Gezi olaylarının perde arkası koordinatörüydü” demesi, “Dolmabahçe Camii’nde bira içtiler” yalanını tekrar gündeme getirmesi, toplumu birbirine düşman etmek, gerginlikleri tırmandırmak için her riski göze alabilecekleri endişesini güçlendiriyor.

Yakınlarda Macaristan’da Orban’ın, Sorosçuluk suçlamaları üzerinden kazandığı seçim zaferinin de, aynı temayı temcit pilavı gibi tekrar gündeme getirme motivasyonunu artırmış olduğu düşünülebilir. Kılıçdaroğlu ve ailesine yönelik “mum söndü!” şeklindeki iğrenç yakıştırma da, aslında kendilerinin müptezellikte sınır tanımadıklarının kanıtı gibi sayılabilir.

GEZİ RUHUNU YAKALAYABİLMEK

1 Mayıs’ta, hemen ülkenin her yerine yansıyan coşku, güçlü katılım Türkiye’de toplumsal muhalefetin canlılığını ve örgütlülüğünü yansıtmak açısından umut vericiydi. Gezi davası kararının açıklanmasında sonra, yargının adaletsizliğine yönelik güçlü tepkiler, geniş toplum kesimlerinin Gezi fikrine ve pratiğine sahip çıkma kararlılığı da çok değerliydi.

Ne var ki, 1 Mayıs meydanlarında Gezi’deki kadar geniş bir kitlesellik yakalanamadığını söylemek durumundayız. O dönemde daha önce sokağa çıkma pratiği bulunmayan, o ana kadar toplumsal örgütlülükler içinde yer almamış kesimler de Gezi’nin aktif unsurlarıydılar. Gezi, Türkiye tarihinin belki de en kitlesel ve meşru toplumsal isyan hareketiydi. İnsanımızın paylaşmaya, dayanışmaya, farklılıklara hoşgörüyle bakmaya ne kadar hazır, hiyerarşilere meydan okumaya çok yatkın olduğunu gösteren, adeta mini bir “kültür devrimiydi”.

Aynı biçimlerde olmasa da, toplumsal muhalefetin yeni formlarda bu baskıcı rejime karşı mücadelede Gezi ruhunun tekrar yakalanması, o dayanışma kültürünün yayılması, insanların özgürlük arayışlarının karşılık bulması için daha fazla çaba harcaması gerekiyor.

1-mayis-ve-muhalefet-1010699-1.

Benzer biçimde, eylemleri geniş bir toplumsal destek sağlamış moto kuryeler, market zincirleri emekçileri gibi hizmet sektörünün güvencesiz proleterleri de 1 Mayıs meydanlarında yeterince yaygın temsil edilmediler. Bu da gündelik emek mücadelelerinin, daha geniş kapsamlı, özgürlük ve adalet taleplerini de içeren zeminlere taşınmasının, politik örgütlenmelerde kendini ifade etmesinin önemini gösteriyor. Örgütlü kesimler dışında kalan emek ve özgürlük taleplerinin de, toplumsal muhalefetin organik bir parçası haline gelmesinin aciliyetine vurgu yapıyor.

NEOFAŞİZMİN YÜKSELİŞİ

Son dönemlerde açıkça ırkçı, yabancı düşmanı söylemler üzerinden özellikle yeni bir partinin kayda değer bir karşılık bulması da, toplumsal muhalefet tarafından önemsenmeli. AKP rejimine muhalif görünen, seküler yönelimli kesimlerin de enerjilerini reaksiyoner zeminlere akıtması tehlikesi göz ardı edilmemeli.

Halkın işsizlik, yoksulluk gibi dertlerine çözüm önerirken, sorunların kapitalizmin doğasından, AKP rejiminin kötü yönetiminden, emperyalizmin bölgemize yönelik oyunlarından kaynaklandığını anlatabilmek çok önemli. Elbette bu ülkenin bir göçmen sorunu var. Milyonlarca insanın yoksulluğu ve çaresizliği, bizim yurttaşlarımız açısından ücretlerin düşmesine yol açıyor, kiraları yükseltiyor, güvenlik zaafları yaratıyor.

Gelgelelim, yurttaşlarımızın hıncının bu süreçlerin nedeni değil, kurbanı olan insanlardan çıkarmaya çalışılmasına, bunun siyasi çıkar konusu yapılmasına karşı net tavır alınması da: Eşitliğe, kardeşliğe, enternasyonalizme inanan bizlere önemli bir sorumluluk yüklüyor. Şimdiye kadar taşralı, geleneksel değerlere dayalı bir faşizme karşı mücadeleye alışık sosyalistler için; Avrupa’daki örneklerine benzerlik gösteren: Şehirli, seküler, “kültürel görecelilik” temelinde yükselen, yani hedef aldıkları kesimlerin uygarlıktan, ahlaktan, insanlıktan nasiplerini almadıkları ön kabulüne dayalı neofaşizm karşısında da hazırlıklı ve donanımlı olmak gerekiyor.