Yirmi üç on beş vapurunu kaçırdığımız gecenin sabahında konaklaladığımız parkı hatırlıyor musun Yasemin?

1-Yasemin, ağaçsız bir dal

CAN BİNALİ AYDIN- canbinaliay@gmail.com


Parkta kimse kaç kez attığımın farkına varmadığı umuduyla bir tur daha atmıştım. Yeni bir tura oranla, aynıydı Yasemin. Daha önceki turlarımı da sürdüren umut, beni uzunca yol yürümüş yorgun birinin haklılığıyla aynı banka oturtmuş, bank dalgın görünerek durumu kolaylaştırmıştı.
Umut, kuşlarının bile alışarak ayak diplerimdeki susamlara yöneldiği parka tekrar tekrar getirmişti. Ben, yeni gelmiştim. Bir kez Burgaz Adası’nda olmuştuk böyle. Adanın bitişik üç pastanesinin pek de ayrı sayılmayacak masalarından birinde poğaçasından bir parça uzatıyordu adam, serçe kimsesine. Serçe alıp kanat çırpınca, veresiye sevinç duymuştuk bizde. Sen
‘’Ödünç sevinmeyelim, paylaştıkça azalmaz çünkü; bir umut, bir de sevinç. Sevinç, bizle de gelebilir.’’ demiştin. Diğerleri arasında lokmayı kabul eden kuşu aramıştık, bana sorsan bulmuştuk da, neyse... Madem adaya gittik, orada da kalalım, üstelik mahsur!
Yirmi üç on beş vapurunu kaçırdığımız gecenin sabahında konaklaladığımız parkı hatırlıyor musun Yasemin? Öğle öncesi güneşiyle günaydınlaşırken, sahile inenlerin dönenlere olan oranına şaşırmıştık. İnsan, gittikçe gelmeyen bir şeydi. Demek yaşlı-genç demeden insanları yutan kocaman bir canavardı deniz. Ya da sahile inmek için iyi bir vakitti. Zaman zaman kabardığına da bakılırsa, bu pekala dalgalarla da ilintiliydi; ‘’Yetmiş bir yerinden bıçaklanan deniz, kafesinden kaçtı. / Tuzlu yaralarına bal çalınan deniz ölüsü, Tarabya sahiline vurdu.’’
Adanın en taze simitlerini almış, en sekiz çizen bisikletleriyle, tepesine çıkamadan yüksekçe bir kaldırımında oturmuştuk. Dönüş yolunda iki elini bırakmıştın. Sen, çiçeğe öz satan bir pamuk şekerçi gibi inerken yokuştan, ben kalp krizi geçiren insanları daha iyi anlamaya başlamıştım.
Yokuştan öylece kayıverirken, iksir dağıtır gibiydin iki yana açık ellerinden. Oyuncağı az parklara tehterevalli, çiçeği yetersiz bahçelere papatlayar dağıtıyordun. İncecik dal gibiydin Yasemin, rüzgarlarla dolaşan, ağaçsız bir dal. Bisikletsiz de kayardın yokuşlardan. Fakat çok da korkuyordum. Dantelli narindin, çıtırdar, kırılırdın.

Adalardan bahis açılır da, motorlardan olmaz mı? Kıtalar arasında yalınayak gezen
Kadıköy-Karaköy vapurunda, attığı simitleri havada yakalayınca martılar, şımartıdan eldivenlerini çıkartan kırmızı burunlu bir kız çocuğu gibiydin Yasemin. Yalnız senin elinden yiyiyorlarmış gibi, tüm sürü senin peşinden geliyormuş gibi gözü karaydı masumiyetinin. Sadece yavruları doyurmak için uğraştığından yol boyu bitiremediğin oluyordu şuncacık simitleri.
‘’Yasemin vallahi onlar yavru değil, türleri öyle.’’ Sorumsuz aylardaydık, yaz da yanımızdaydı...