İnsanız, ölürüz. Yaşayan yakınlarımız yasımızı tutarak dayanırlar yokluğumuza. Yas, kalanların yaşayabilmesi için tutulur. Ölümün dehşet verici anlamsızlığı, kalanların tuttuğu yasla aşılır. “Ölenin ardından kötü konuşulmaz” inanışı biraz da bu dehşetle uzlaşma çabasıdır. Ölenin bir yerlerde, başka bir hayatta, başka bir şekilde yaşamaya devam ettiği, ona bir gün kavuşulacağı, gökyüzünden bizi izlediği inanışları da öyle.

Her ölüm örseleyicidir yine de. Ölenin yakınları, örseleyici kayıplarını kabul edebilip, hayata devam edebilmelerini, ortaklaşılan ve paylaşılan yas süreciyle tamamlayabilirler. Cenaze, taziye, ağıt, mezarlık, dini ya da din dışı törenlerle uğurlanır kaybedilen. Bu törenler birbiriyle ilişkili iki temele dayanır. Ölenin “iyi” bir hayat yaşayan “iyi” bir insan olduğu toplum tarafından onaylanır ve yakınlarına dile getirilir. Bu yolla ölümün kaçınılmazlığı kabul edilebilir. “İyi bilirdik” temennisi ölene değil kalanlara destek için söylenir. Kaza, ani hastalık ve erken yaş gibi beklenmedik ölümlerde yasın uzamasının nedeni de kabullenmeyi sağlayacak iyi hayatın çok kısa olmasıdır. Bu hallerde de “Hayata doyamadan gitti” çığlığıyla ölüm karşısında duyulan çaresizliğe ortaklaşa isyan ederek aşılmaya çalışılır.

Ölenin yası ile öldürülenin yası birbirine hiç benzemez. İnsan eliyle öldürülenlerin yası aşılan, destekle kabullenilen, geride bırakılabilen ve hayata devam edilebilen bir yas olmaz. Hiç bitmeyecek bir yas sürecine dönüşür, tamamlanamaz. İnsan eliyle öldürülenin yakınları, ölümün kaçınılmazlığı gerçeğinden destek alamazlar. Çünkü ölen, kaçınılmaz ölümlülük ilkesiyle ölmemiştir. Hayata devam edebilecekken ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR.

***

Yakınları öldürülenlerin, yaslarını tamamlamasalar da hayata devam edebilmelerini sağlayacak en önemli destek, cinayetin sorumlusunun ödeyeceği bedel ile içinde yaşadıkları toplumun yaslarına ortak olmasıdır.

Sanılanın aksine katilin ölümle cezalandırılması, yakınlarını teskin etmez. Katilin eyleminin suçluluğunu hissetmesi ve hayatta kalarak kendiliğinden ölene kadar toplumca suçlu olarak görüldüğünü bilerek yaşamak zorunda kalmasıdır yasa destek olan. Öldürülenin yakınları, kayıplarını toplumun da kayıp olarak hissettiğini bilirlerse hayata, topluma dönebilirler. Anıtlar, anma etkinlikleri, adının verildiği sokaklar, caddeler, onun hayatını ve iyiliğini anlatan filmler, yazılar, romanlar yaşatır kalanları.

Öldürülenlerin yasları tamamlanamasa da, yakınlarının hayatlarını sürdürebilmeleri bu iki koşula, sorumluların cezalandırılması ve toplumun yasa ortak olmasına bağlıdır. Bu koşullar gerçekleşmedikçe, bir psikanalistin deyimiyle öldürülenin yakınlarının içindeki “kederleri donar”. Tıpkı şok soğutma ile dondurulmuş bir hale gelirler. Ne hareket edebilirler, ne yaşayabilirler, ne de devam edebilirler. Zamanda asılı kalakalırlar. Donmuş kederleriyle her sabah sanki birazdan gelecek ölüme uyanır, her gece umarsız bir düşte buluşma arzusuyla yumarlar gözlerini. Bu hali, kayıp yakınları daha da derin bir ıstırap içinde yaşarlar. Öldürülmüş olmasının kederiyle hala yaşıyor olma imkânı arasında sıkışıp kalırlar. Kayıp yakınları yaslarını tutmaya bile başlayamazlar. Berfo Ana’nın 33 yıl kapısını açık bırakarak, kemiklerine bile razı olarak beklediği oğlu Cemil için yas bile tutamamadan ölmesidir, donmuş keder.

***

Öldürülenin katilini bulup, kalanların yaslarını tutmaya başlamalarının sorumluluğu toplumun ve o toplumun devletinindir. Öldürülenin yakınları ancak o zaman kendilerini toplumun bir parçası olarak görebilir, ancak o zaman devleti, devlet olarak kabul edebilir. Peki, katilin bulunmaması, cezalandırılmaması devlet yüzündense? Dahası devlet cinayete en hafifinden göz yummuş gibiyse, devlet cinayetten bir de “oy devşirdim” diye hesap yaptıysa?

Toplum da en masum görünen gerekçesi zalim devletin zulmünden korku, en kahredicisi gelecekteki güzel günler adına yaraları deşmemek siyasetine sığınarak, öldürülenlerin yakınlarını her geçen yıl biraz daha unutmaya çalışırsa?

Öldürülenlerin, kaybedilenlerin, kemikleri bile esirgenenlerin kederleri sadece yakınlarını dondurmaz. Tasada ve kıvançta ortak bağları olan bir toplum denemeyecek bir “güruha” dönüşülür. Donmuş kederlerin laneti, biteviye bir şiddet olarak, toplum olmayı beceremeyen bu güruhun birbirini kırmasının önünü açar. Üstelik sadece 10 Ekim’in kederi donmadı bu topraklarda…