Her ideolojinin, her dünya görüşünün, her siyasi akımın bir “kurucu öteki”si vardır, kendisini ona yönelik eleştiri, öfke, siyasal husumet, düşmanlık vs. üzerinden kurar. Türkiye İslamcılığının “kurucu öteki”si bir tarihsel-politik figür olarak Atatürk’tür. Atatürk, İslamcılığın bütün kutsallarını darmadağın etmiştir. 600 yıllık saltanata, 400 yıllık hilafete son vermiştir. Dini siyasal, toplumsal ve kamusal alandan çıkartmak ve onun siyasal, toplumsal ve kamusal yaşamdaki etkisini en aza indirmek için sayısız düzenleme yapmıştır. Ülkenin rotasını Batı’ya çevirerek Türkiye toplumunu Batı medeniyetinin bir parçası yapmaya çalışmış, dinin belirleyicisi olduğu kültür ve medeniyetten bir kopuşu hedeflemiştir.

Türkiye İslamcılığının bütün kolları, bütün siyasi organizasyonları, bütün tarikat ve cemaatleri anlatılarını, söylemlerini, politik pozisyonlarını tam da bu hakikatin farkındalığıyla, Atatürk düşmanlığı üzerine inşa etmişlerdir ve durum hâlâ böyledir. Ortada varoluşsal bir husumet vardır ve o husumet yoksa İslamcılık diye bir şey olmayacaktır, dolayısıyla Atatürk düşmanlığı olmadan İslamcılık olmaz, eğer Atatürk düşmanlığından vazgeçilmişse, İslamcılıktan da vazgeçilmiş demektir.

Peki, 10 Kasım 2017 günü İslamcı iktidar da en yetkili ağızdan Atatürkçülüğünü ilan ettiğine göre artık İslamcı değil midir, bir siyasal ideoloji olarak İslamcılık sona mı ermiştir, iktidar bundan sonra Atatürkçülüğün gerektirdiği adımları mı atacaktır?

Bu ilanın gerçekleştiği konuşmayı hatırlayalım hemen. Erdoğan’ın konuşma yaptığı kürsünün arkasında yazan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesi Milli Mücadele’nin hangi metninde yer almış ve hangi bağlamda kullanılmıştı acaba? Bu cümle 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesidir ve kastedilen şey açıktır: Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkenin kaderini Saray’a ve Padişah’a bırakmayacaklar, ulus bağımsızlığını kendi iradesiyle elde edecektir. İktidarın ayıla bayıla kullandığı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü de bununla bağlantılıdır. Bu sözle birlikte egemenliğin artık Osmanoğulları sülalesine ait olmadığı söylenmiş olmakta, “Tanrı adına yönetme” iddiası yerini “ulus”a bırakmaktadır. “Ulus” ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilecektir ve egemenliğin mekânı artık Saray değil Meclis olacaktır.

Peki bugün yaşanan nedir? Kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyetin olduğunu iddia edebilir? Egemenliğin kaynağı “ulus” mudur? Egemenliğin mekânı Meclis midir? Cumhuriyetin temelindeki ilke ve inkılaplar yürürlükte midir? Bu soruların yanıtı biliniyor: Saray varsa Cumhuriyet yoktur, Meclis yoksa Cumhuriyet yoktur, kurumlar yerini kişiselleşmiş iktidara bırakmışsa Cumhuriyet yoktur, akıl, bilim, aydınlanma, laiklik ve yurttaşlık yoksa Cumhuriyet yoktur.

Gelelim İslamcıların “gizli” ortağı Türkiye sermaye sınıfına. Her yıl olduğu gibi, bu sene de romantik, nostaljik anma reklamlarını yayımladılar, Atatürk’e minnetlerini, Cumhuriyet’e bağlılıklarını bildirdiler. Bu tür şeylere bayılan halkımızın gönlünü bir kez daha çaldılar, Cumhuriyet’in çöküşündeki rollerini, sorumluluklarını bir kez daha unutturdular. Oysa İslamcılığa kapıları bizzat kendileri açtılar, sol korkusuyla, örgütlü işçi korkusuyla, sendika korkusuyla, grev korkusuyla, Cumhuriyet’i İslamcılarla birlikte yıktılar. Hakkının, hukukunun peşinde koşmayan, sendikada değil tarikatta örgütlenen, greve değil camiye giden, sürüleştirilmiş kitlelere muhtaçtılar ve bunu da başardılar. Türkiye toplumu örgütsüz, yurttaşlık yerine tebaa olmaya özenen, sürüleştirilmiş kitlelerden oluşuyor bugün. OHAL’le, KHK’lerle, anayasasız, hukuksuz, Saray’dan, tek adamın iki dudağının arasından yönetilen, bu esnada da sermayenin kârına kâr katmaya devam ettiği bir ülke bugün Türkiye.

Peki, İslamcısıyla, sermayedarıyla, yandaşıyla, havuz medyasıyla herkesin Atatürkçü olduğu Türkiye’de gerçek Atatürkçüler ne yapacak? “Evet bunlar Atatürkçü oldu” deyip sandığa koşmayacaklarını elbette ki biliyoruz ama bu yeterli mi?

“Elon Musk Anıtkabir’e gitti, Ata’mızı tüm dünya tanıyor” apolitizminin, reklam ve dizi romantizminin, ulusal gün ve bayramlara hapsolmuş nostaljinin ötesinde Atatürkçüler ne yapacak? Bu soru, politik bir sorudur ve yanıtı da politik olacaktır. Yeni bir cumhuriyet fikri, yeni bir yurttaşlık fikri, hukuk ve toplumsal adalet talebi olmadan, bunlar etrafında örgütlenmeden, bir araya gelmeden Cumhuriyet’i kutlamanın da Atatürk’ü anmanın da herhangi bir anlamı yoktur, herhangi bir anlamı olmayacaktır.

Ve başka bir soru daha: Toplumun en az yüzde ellisini oluşturan, dinselleşme projesine dahil olmamış, iktidarın kapsayamadığı bu insanlarla sol nasıl bir ilişki kuracak, sol değerlerle Cumhuriyet değerlerini bir araya getirmek için neler yapacaktır? 10 Kasım günü Saray’dan “Atatürk’ü Marksist çevrelere mi bırakacağız” sorusu gelmişti, o halde biz de soralım: “Atatürk’ü ve Atatürkçüleri İslamcılara mı bırakacağız?”