‘Demokratik muhalefet için ortak paydalar’ üzerine geçen haftaki yazımda, konuyu daha çok siyasal partiler açısından ele almıştım. Ortak payda arayışı, ‘asgari müşterekler’ üzerine fikir jimnastiği yapma vesilesi aynı zamanda. Partiler arası uzlaşmanın en düşük eşiği: Hukuk devleti.

Hukuk güvenliği ancak hukuk devletinde sağlanabilir: Kişi güvenliğinden seçim güvenliğine kadar uzanan geniş bir yelpaze. Eğer insanlar (aranma, yakalanma ve tutuklanma bakımından) özgürlük ve güvenliğe sahip değilse; asgari iş güvencelerinden yoksun ise; verdikleri oyların sonuçlara yansıyacağına inanmıyorsa, içinde yaşanılan siyasal toplumda ne insan hakları ne de demokrasiden söz edilebilir.

Güvenliğin ilk iki boyutu, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrası yaşandı; fakat seçim güvenliği, en azından teknik açıdan sorgulanmadı: 6 Aralık 1983 seçimlerinde, askerlerin desteklediği aday Sunalp değil Özal kazandı ve hükümeti kurma görevinin ANAP’a verilip verilmeyeceği sorgulaması yapılmadı.

12 Eylül 2010 Anayasa oylaması, “darbe dönemi ve hukukunu silme” sloganı ve ‘Hayır’cıları terörize etme eşliğinde yapıldı.

15 Temmuz Darbe Girişimi’ne giden yolun kilometre taşlarının döşenmesinde, zorunlu din dersleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı statüsü vb düzenlemeler yoluyla 1982 Anayasası da zemin hazırladı; ama esasen AK Parti’nin ‘Fethullahçılar ile birlikte yönetimi’ belirleyici oldu: Ne var ki, ‘vurucu darbe’, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile yapıldı.

12 Eylül Anayasa değişikliği, sadece HSYK’nin AK Parti eliyle ‘Fethullahçılar’a teslim operasyonu ile sınırlı kalmadı; Anayasa Mahkemesi de, akıntıya kürek çekti: Yetkisini aşarak Anayasa değişikliğini ‘mini iptal’ gayretkeşliğine soyundu; sonra, 4+4+4 olarak adlandırılan eğitim sistemini parçalayan yasayı iptal bir yana, kendinden menkul bir tanımla laikliğin içini boşalttı. İç güvenlik yasası olarak anılan 6638 sayılı Kanunu, -bir madde dışında- Anayasa’ya uygun buldu (2.8.17). (Varlık nedenini yadsıyan OHAL uygulamaları karşısındaki tavrına girmiyorum).

İlk 12 Eylül ürünü olan 1982 Anayasası, toplu özgürlükleri sınırlamalar ile yetinmemiş; dernek, sendika, parti gibi toplu özgürlük özneleri için ‘ortak hareket’ yasağı da getirmişti. Bunlar, 1995 ve 2001 Anayasa değişiklikleri ile kayda değer bir biçimde seyreltildi ve kaldırıldı. Buna karşılık, ikinci 12 Eylül döneminde çıkarılan 6638 sayılı Kanun, anayasal kazanımların zedelemesi bir yana, bir tür ‘fiili olağanüstü hal’i yürürlüğe koydu (4.4.2015).

Resmi OHAL ise, 20 Temmuz 2016 gecesi ‘anayasal düzen’ için ilan edildi. Tam tersine, 16 Nisan 2017’ye giden operasyonla yürürlükteki anayasal düzen kaldırıldı.

3 Kasım 2019, bu sürecin neresinde? ‘Metal yorgunu’ parti 2019 seçimleri için seferber edilmiş bulunuyor; fiili ve resmi OHAL, bu yolda kullanılacak görünüyor. Ya kazanılırsa? O zaman, 16 Nisan oylamasının konusu olan 6771 sayılı Kanunun tümüyle yürürlüğü ile, tek kişinin kalıcı OHAL rejimine geçilmiş olacak...

2019 seçimlerini ne pahasına olursa olsun kazanmaya odaklı düzenleme ve uygulamalara karşın, seçim güvenliği üzerindeki soru işaretleri giderilebilmiş değil. Bu konuda da, 16 Nisan oylaması ile 3 Kasım seçimleri arasında paralellik kurulabilir. Nasıl?

OHAL’de “Evet oyları yüzde 30’dan yüzde 51,4’e 70 günde çıkarıldı” itirafına karşın, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü, şaibeli YSK kararını desteklemek için kullanıldı.

Bu nedenle, 16 Nisan sonrası katıldığım toplantılarda en sıkça yöneltilen soruların başında, “2019’da seçim güvenliği nasıl sağlanacak?” geliyor.

Şu halde, 2019 yolunda görünen;

»Anayasa ve hukuk dışı işlem ve eylemleri meşrulaştırma aracı olarak kullanılan OHAL, seçimleri kazanmak için de kullanılacak.

»Bu yolda, kişi ve parti güdümü altında devlet olanakları ve organları seferber edilecek.

»Bunlarla da yetinilmeyecek ve ‘sandık hâkimiyeti’ elde tutulmaya çalışılacak.

Bu harekâtın uzun dönemli altyapı çalışması ise kesintisiz sürüyor: MEB Talim ve Terbiye Kurul başkanı, bilime, özgür düşünceye, kazanımlara ve insan aklına aykırı sözümona ‘yeni’ müfredat programını “Allahın emri” sözleri ile savunma cüretini kendinde görebiliyor.

İşte bu, ‘üçüncü ve yeni dönem’ ürünü:

»1982 Anayasası, dinselleşmenin önünü açmış olsa da, özgürlükler lehine yapılan değişikler bunu kısmen de olsa frenleyebildi.

»12 Eylül 2010 değişikliği ile ‘cemaat yönetimi’ resmileştirildi. Diyanet İşleri’ni gölgede bırakacak şekilde anayasal ve kurumsal müdahaleler yoluyla dinselleştirmeye ivme kazandırıldı.

»16 Nisan 2017-3 Kasım 2019 sürecinde ise, “Allahın emri” telaffuz edilmeye başlandı; Anayasasında ‘şeriat’ referansı yapan devletlerde bile rastlanılması kolay olmayacak tarzda.

Bu nedenle, gelinen yer ve gidilmekte olan yönü değerlendirirken bütünü kaçırmama gereği var; OHAL’in 3. evresi için yapılan hazırlıkları değerlendirme hatalarına düşmeme gereğinde olduğu gibi.