12 Eylül’ün hemen ardından Salih Tuğ, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne, Ahmet Sonel Ankara Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne dekan olarak atandı. Tarık Somer Ankara Üniversitesi rektörlüğüne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi rektör yardımcılığına, Hikmet Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına, Erol Güngör Konya Selçuk Üniversitesi’ne Halil Cin ise Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nin rektörlüğüne getirildi. Ayhan Songar, Leyla Elbruz ve Zeynep Korkmaz ise TRT yönetim kurulu üyesi yapıldılar.

Peki bu isimler kim, nasıl bir önemleri var? Hemen anlatmaya çalışalım. 1960’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de, Yalçın Küçük’ün deyimiyle ağaçlar bile sola doğru eğiliyordu. Sol fikirler toplumun hemen her kesiminde karşılık buluyor, işçiler, öğrenciler, subaylar, bürokratlar, sosyalizmi, anti-emperyalizmi, bağımsızlığı ve kalkınmayı keşfediyordu. Solun ideolojik, politik ve kültürel alanda kurmaya başladığı hegemonya, kaçınılmaz olarak milliyetçi-muhafazakâr isimler arasında derin bir rahatsızlık yaratmaya başlamış ve “bu hegemonyayı kırmak için ne yapmalı” sorusu sağ entelijansiyanın asıl gündemi haline gelmişti.

İşte 14 Mayıs 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı bu soruya verilmiş bir yanıt olma niteliğini taşıyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabı, sol hegemonyanın özellikle devlet aygıtı içerisinde yaygınlaşmasına dur demek adına bu tarihte bir araya geldi ve 80’lerin sonuna kadar Türkiye siyasetinin etkili aktörlerinden biri olacak Aydınlar Ocağı böyle ortaya çıktı. Ocak 1970’li yıllar boyunca anti-komünizm adına, örneğin bir yandan sağ kalemler tarafından yazılmış tarih ders kitaplarının müfredatta yer alması için özel bir çaba gösterirken, öte yandan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda, yani sağın birliği mevzunda da önemli roller üstlendi; etki alanının asıl genişlemesi ise Türkiye hızla 12 Eylül’e doğru ilerlerken söz konusu oldu.

12 Eylül darbesinin ekonomi-politiğini oluşturan ve Türkiye’yi liberal talan ekonomisine açan 24 Ocak Kararları’nın taslağı, darbe öncesinde ilk kez Turgut Özal tarafından Aydınlar Ocağı’nın bir etkinliğinde kamuoyu ile paylaşıldı. 1982 Anayasasının yazımında ise yine çoğunluğu Aydınlar Ocağı’na mensup olan ya da Ocak çevresinde yer alan akademisyen ve hukukçular görev aldı. Yani 12 Eylül’ün ekonomik ve hukuki ayağı büyük ölçüde Aydınlar Ocağı çevresi tarafından kotarıldı.

Bugün 12 Eylül’den bir gün öncesi, örgütlü bir halk, örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir öğrenci hareketi, isyan eden, unutmayan, hesap soran bir toplum anlamına geliyorsa, çıkış da 12 Eylül öncesine dönmenin, yani örgütlü bir işçi sınıfının, örgütlü bir toplumun siyasetini var etmekten geçiyor demektir, meselemiz budur.

Ancak mesele yalnızca bu değildi, Aydınlar Ocağı’nın asıl önemi 12 Eylül’e ideolojik rengini vermesinden kaynaklanıyordu. Ocağın başkanı İbrahim Kafesoğlu tarafından 1970’lerin ortalarında formüle edilen Türk-İslam sentezi, kendilerine “Atatürkçü” diyen darbeci generallerin asli ideolojisini teşkil etti. İşçilerin, köylülerin, gençlerin “sapık ideolojiler”e kapılmamalarının yolu, dinsel ve milliyetçi bir eğitim-endoktrinasyon sürecine tabi tutulmalarından geçiyordu ve 12 Eylül esas olarak buna tekabül ediyordu. İşte yazının başında saydığım isimlerin hepsi, Aydınlar Ocağı çevresindendiler ve 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi adlı toplumsal mühendislik projesi bu isimlerin nerelere atandığında somutlaşıyordu. Yani 12 Eylül, İslamizasyon sürecinin ve bugün içinde yaşadığımız rejimin kritik uğraklarından biriydi.

Eğer bugünkü rejimi üç özelliği üzerinden, yani otoriterleşme, dinselleşme ve piyasacılık üzerinden tanımlarsak, hem Türkiye İslamcılığının 12 Eylül’ün özbeöz çocuğu olduğunu hem de 12 Eylül’ün tam 37 yıldır kesintisiz bir şekilde sürdüğünü söylememiz de olanaklı hale gelir.

12 Eylül, 61 Anayasasının öngördüğü kuvvetler ayrılığı ve güçlü yasama-güçlü yargının karşısına yürütmenin güçlendirilmesi ve bağımlı yasama-bağımlı yargı fikriyle çıkacak ve bunun için de faşizan 12 Eylül Anayasasını hazırlayacaktı. Ayrıca yönetim mantığı, yasamadan yürütmeye kaydıkça, kanun yapmanın yerini kararnameler alacak, kararname ile yönetmek ideal kabul edilecekti. Bugün, egemenliğin mekânı Saraysa ve kuvvetlerin birliği tek adam şahsında somutlaşmışsa bu yolu 12 Eylül açtı.

12 Eylül, Türkiye işçi sınıfına ve kamucu ekonomiye karşı yapılmış bir darbeydi. Bugün sendikasızlaştırma, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline gelmişse, 15 yılda 60 milyar dolarlık kamu varlığı özelleştirilmişse, “olağanüstü hal işçiler grev yapmasın diye var” denilebiliyorsa, buraya patronların “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye selamladıkları 12 Eylül’ün açtığı yollardan gelindi.

12 Eylül bir dinselleşme projesiydi, zorunlu din derslerini anayasal güvenceye kavuşturdu, tarikat-cemaat sermayesinin önünü açtı, dinselleşmeyi sola karşı bir kontrol mekanizması olarak gündeme getirdi. Eğer bugün Türkiye’de fiili bir şeriat hukuku varsa, Türkiye’de bugün hızla dinsel bir rejim inşa ediliyorsa, buraya 12 Eylül’den, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezci paşalarından geçilerek gelindi.

12 Eylül 2010 referandumundaki “darbeyle ve darbecilerle hesaplaşma” adlı komediyi ve “yetmez ama evet” adlı trajediyi de buraya ekleyerek söyleyelim, 12 Eylül’le, darbeyle, vesayet rejimiyle hesaplaşma adlı büyük yalandan geçerek geldiğimiz yer, bu dinci-piyasacı tek adam rejimi oldu. Bugün Türkiye başta Kenan Evren olmak üzere bütün darbeci generallerin, tarikatların ve sermayenin 12 Eylül’den bir gün önce rüyalarında bile göremeyecekleri bir “cennet” adeta.

12 Eylül, “Türkiye bir daha 12 Eylül öncesine dönmesin” diye, yani bu “cennet”i yaratmak adına yapılmıştı. Eğer bugün 12 Eylül’den bir gün öncesi, örgütlü bir halk, örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir öğrenci hareketi, isyan eden, unutmayan, hesap soran bir toplum anlamına geliyorsa, çıkış da 12 Eylül öncesine dönmenin, yani örgütlü bir işçi sınıfının, örgütlü bir toplumun siyasetini var etmekten geçiyor demektir, meselemiz budur.