Murat Yaykın “12 Eylül Darbesi’nin üzerinden 42 yıl geçti. İnsanlar çabuk unutuyor. Uyumanın iyileştirme özelliğine sığınıyor. Bu da toplumsal ve kişisel hafızayı zamanla siliyor. Unutmamak, unutturmamak lazım” diyor.

12 Eylül Darbesi unutulmasın diye

Vecdi ÇIRACIOĞLU

Bir “kıraathane”, müdavimlerinin zenginliğiyle titreyen rayların ritminde konuşuyor: İstanbul mu dönüşen sadece? 1980 ve sonrası sadece bir tarih midir kitapların içinde? Aşk, adını duyunca bildiğimizi sandığımız bir masal mıdır? Bir 12 Eylül romanı olan ‘Banliyö Kıraathanesi’ adlı kitabıyla okuyucularıyla buluşan Murat Yaykın ile konuştuk.

>> ‘Banliyö Kıraathanesi’ ve 12 Eylül ile başlamak istiyorum. Üzerinden bu kadar yıl geçmesine rağmen yeniden bir 12 Eylül romanı yazmaya Murat Yaykın’ı iten sebep neydi?

‘Aze’nin İzi’ ve ‘Aze’ romanım da bir dönem romanı. 2000’li yılların başına kadar akar öyküleri. Sonrasını da yazacaktım zaten. 80’lerden başlayıp bazen devam bazen farklı hikâyelerle günümüze kadar gelmekti hedefim. Fotoğraf üzerine yazdığım kitaplarıma uzun metraj kurmaca filmime yoğunlaştım uzun süre ve BirGün’deki yazılarım vardı. Darbenin üzerinden 42 yıl geçti. Yeni kuşak tarihini yazılı kaynaklardan, görsel tanıklıklardan, okuduğu romanlardan, izlediği filmlerden öğrenecek. Alzehimer olmuş bir nesile de -bütün bir nesilden bahsetmediğimi de belirteyim- toplumsal hafıza işlevi görür dönemini yansıtan eserler. İnsanlar çabuk unutuyor. Uyumanın iyileştirme özelliğine sığınıyor. Bu da toplumsal ve kişisel hafızayı zamanla siliyor. Unutmamak, unutturmamak lazım.

>> 12 Eylül romanları ve filmleri yeteri kadar o dönemi yansıtıyor mu? ‘Banliyö Kıraathanesi’ bu külliyatın neresinde duruyor?

Franco diktatörlüğü sonrasında İspanya’da iç savaş ve diktatörlük dönemiyle hesaplaşan romanlar ve filmler için ancak 2000’li yıllara gelindiğinde bir birikimden bahsedilebildi. Askeri darbeleri yaşayan başka ülkelerde de benzer süreçler geçti. Türkiye için de geçerli bir durum bu. Yansıtan iyi romanlar, filmler de var. Vasat olanlar da. Ancak yeterli olduğunu düşünmüyorum. 1982’de Cannes Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in ‘Yol’ filmiyle Altın Palmiye’yi beraber paylaşan Costa Gavras’ın ‘Missing (Kayıp)’ filmi Şili’de 1973’te kanlı bir darbeyle iktidara gelen Pinochet döneminde geçer. ‘Yol’ filmi sıkıyönetim döneminde İmralı Cezaevi’nde yatan 5 tutuklunun izinli olarak köylerine gidiş hikâyesini anlatır. Ancak yol tehlikelidir, dışarıdaki dünya içeriden faklı değildir, vazifesi yok etmek olan bu topraklarda insan olmak hiç de kolay değildir. İki ülke iki darbe.

Hafızalarımızda binlerce insanın infazını, binlerce insanın ortadan kalkmasını ve insanların zindanlarda işkence edilmesini unutturmayan filmler. Filmleri düşündüğümde: Erden Kıral’ın ‘Av Zamanı’, Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’, Sırrı Süreyya Önder’den ‘Beynelmilel’, Zeki Ökten’den ‘Ses’ şu an aklıma gelenler. Başkaları da var tabii ki.

Romanlara gelince: Vedat Türkali’nin ‘Mavi Karanlık’ı ve ‘Tek Kişilik Ölüm’ü, Latife Tekin’in ‘Gece Dersleri’, Burhan Sönmez’in ‘İstanbul İstanbul’ romanı. Bilge Karasu’dan ‘Gece’, Feride Çiçekoğlu’ndan ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ -ki filmi de çekildi- ve ‘Yarım Kalan Yürüyüş’ü sayabilirim.

‘Banliyö Kıraathanesi’nin bu külliyatın neresinde durduğunu zaman içerisinde eleştirmenler, okurlar değerlendirecektir. Kendi adıma şunları söyleyebilirim: İşkence şiddetinin eserde duygu sömürüsünün bir aracı haline dönüşmesine ya da yazarın, kendini fikrinin propagandasına kaptırdığı kaba metinlere sıcak bakmıyorum. Tanıklık olarak anlatılan ya da anılardan oluşan belgesel metinleri bunların dışında tutuyorum. Aslında buna romanımda da değiniyorum. Romanın kahramanlarından biri olan Çıyan iyi bir edebiyatçı olmak istiyor. ‘Banliyö Kıraathanesi’nde belgesel soğuklukta olduğunu düşündüğü işkence anlarını rulo defterine yazma denemelerinde Çıyan da böyle hissediyor, “İnsan bildiğini kendine niye anlatır ki?” Ve gerekçelerini ifade ediyor, kendini eleştiriyor. Yine Gülbahar’ın Çıyan’la yaptığı ‘Sevinç ve Keder’le ilgili söyleminde -Sevinc’i- anlatırken geleceğe dair bir gönderme hissediliyor. Şimdiye hapsolmanın karanlığını reddediyor Gülbahar. Zamanın sonsuzluğunu anımsatıyor sanki.

12-eylul-darbesi-unutulmasin-diye-1089675-1.

>> Karakterlerimiz bir kıraathanede bir araya geliyor, kitapta bu kıraathane bazen bir karargâh, bazen bir dünya, bazen de bir sığınak oluyor. Yazarken bu kıraathaneyi nasıl kurguladınız?

‘Kara Tahta’ adlı bir film var. İranlı yönetmen Samira Mahmalbaf’ın 2000 yılı yapımı uzun metrajlı filmi. Karatahta, film boyunca eğitim dışında birçok iş için kullanılıyor. Öğretmenin yamaçtan aşağıya düşen çocuğun kırık bacağına kara tahtadan kopardığı bir parçayı bağlayarak alçı niyetine kullanması. Kimi zaman çamaşır kurutmak için ya da evlenilecek kadına başka verecek bir şeyi olmadığı için mehir olarak kimi zaman beş ceviz karşılığı hasta taşımak için sedye ve helikopterlerden yağan kurşunlardan korunmak için kalkan olarak.

Benim için de ‘Banliyö Kıraathanesi’ bir roman kahramanıydı en başından beri. Evet, bazen bir karargâh, bazen bir dünya, bazen de bir sığınak oldu. Hastaydı ama kıraathane, duvarlarından sesler geliyordu, çatısı akıyordu, kestane ağacının kökleri birkaç yılda bir tuvaletinin beton taşını kırıyordu…

>> Türkiye’nin bugünkü siyasal ve kültürel ikliminde ‘Banliyö Kıraathanesi’ nerede duruyor ve müdavimleri kimlerdir sizce?

Artık 80 öncesi kıraathaneler ve 80’li yıllardaki Rumeli Hisarı’ndaki Akasya Çay Bahçesi, Ortaköy’deki çay bahçeleri, Yenikapı’daki Odunluk, Bostancı’da sahildeki kahvehaneler vb. mekânlar yok ya da Beyazıt’taki Çınaraltı eski kültürel işlevinde değil.

Darbe sonrası değişim oldukça dinamik, hızlı ve de iktidar hiyerarşileri inşa eden bir güç olarak vücut buldu. 80 Darbesi devrimci mücadeleyi ve direniş kültürünü kırmayı hedeflerken cinayetler, faili meçhuller, işkenceler, idamlar, hapislerle geldi. Yöntemi vahşiydi. Neler olduğunu biliyoruz, konuşabiliriz ama sorunuzun içine sıkıştırarak röportajı amacının dışına taşımak istemem.

…Ve günümüze kadar uzanan uzun bir süreçte iktidarın kentleşme ve kentlileşme politikaları rantla ve yeni bir sermayedar yapısı oluşturmasıyla anlatılabilir. Hem işçi sınıfına, öğrenci hareketlerine hem de gecekondu mahallelerindeki örgütlü direnişe darbe vurdu. Aynı zamanda biraz önce saydığım böylesi kamusal mekânların kültürel komün yaşam biçimine de.
‘Banliyö Kıraathanesi’ yakın günümüze değin uzanan iki neslin tercih ettiği bir mekân romanda. Örgütlü mücadeleden gelen temsilcileriyle, zayıflatılmış örgütlülüğün temsilcileri gençler bir arada. Ama dediğim gibi ‘Banliyö Kıraathanesi’ yalnızca mekân değil bir roman karakteri olarak mekân aynı zamanda. Bir metafor olarak ülke yani… Müdavimleri mi? Romanın finali… Okura bırakmayı tercih ediyorum.

>> Aynı zamanda bir fotoğrafçı ve sinemacısınız, tüm bunların birikimi ‘Banliyö Kıraathanesi��ne nasıl yansıdı?

Okur fark edecektir, görsel bir edebi metin. Sinemadaki kurgu tekniğinin de çok yararı oldu.

>> Bundan sonraki süreçte Murat Yaykın nasıl bir yol izleyecek?

Bir hikâye yakaladığımda önce fikirsel yolculuğum başlar. Sonra öyküye mi, romana mı, senaryoya mı dönüşecek sorularını çözerim. Dil belirler her şeyi. Duygu da ön plandadır. Yazmaya başladığımda karar vermişimdir. Öykünün geçtiği zamanı, karakterleri kabaca yerleştirdiğimde daha da netleşir artık hangi dille anlatacağım. Bu plan bugüne kadar bir kez tutmadı. Olabiliyor. Bütçe bulamamıştım. Çekebilseydim filmin başrol oyuncusunu Bülent Emin Yarar oynayacaktı. Üstadın kabul etmiş olması benim için onurdu. Üstelik yazar Orhan Kemal rolünü bir başka değerli üstadın oynamasını önermişti: Cüneyt Türel. Görüştüm. Kabul etti. “Hastalığımı biliyorsun değil mi?” diye sordu. Biliyordum. “Senaryoya el atarım ama” demişti bir de. Gülüştük. Tabii ki seve seve kabul etmiştim. O senaryoyu romana çevireceğim.