Darbe için artık yeni yol ve araçlar tercih ediliyor “Demokrasi” bu araçlardan birisidir. Bu anlamda küresel dünyada artık “demokratik” seçimlerle sistematize olan ve süreklilik kazanan yeni tür darbeler zamanındayız.

12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsun
Fotoğraf: AA

Şükrü ASLAN

Genç kuşaklar bilemeyecektir ama bu soru 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında gündelik ve politik konuşmalarda, zor durumda bırakılmak istenen kişilere sıklıkla sorulurdu. Darbe veya darbeciler hakkında hafif bile olsa eleştirel bir şey söylemeye teşebbüs etmek, bu malum soru ile karşılaşır ve konuşma bıçakla kesilir gibi biterdi. Sistem en yukarıdan aşağıya doğru bütün araçlarını kullanarak, darbe öncesi dönemi ve politikacıları şeytanlaştırmıştı. O kadar etkili bir düşünsel iklim inşa edilmişti ki, darbeye dair eleştirel bir şey söylemek isteyen kişi 12 Eylül öncesine ilişkin daha kuvvetli bir eleştiri yaparak söze başlardı. Herkes kendini buna biraz mecbur hissediyordu.

Şimdinin Türkiye’sinde izlediğimiz tartışmalar, konuşmalar, tutumlar çoğu kez bana o günleri hatırlatır. Bugün de hükümet politikalarına dair eleştirel neredeyse her girişim, “darbeci” diye yaftalanmaktadır. Gerekçesi de ilginçtir: hükümet ya da Cumhurbaşkanı halkın iradesiyle seçilmiştir vb. Sanki önceki dönemlerdeki milletvekilleri, başbakanlar yüksek askeri şurada atanmış gibi. Bu iklim o kadar sert işlemektedir ki görevi zaten muhalefet etmek olan partiler bile, herhangi bir konuda hükümeti veya Cumhurbaşkanını eleştireceklerse önce sandık, seçim ve halk iradesine saygılı olduklarını söyledikten sonra eleştiri yapmaktadırlar. Tarih, tekerrür ediyor sanki.

Gerçekte 12 Eylül 1980 Darbesi’ni izleyen aylarda olan biten her şey, 12 Eylül öncesini aratır hale gelmişti. Ülke, tek partili rejimlerde olduğu gibi devlet başkanının tercih ve kararlarına göre yönetiliyordu. Her ne kadar beş kişilik bir konsey ve bir Danışma Meclisi var idiyse de her konuda “devlet başkanı” karar veriyor; her söylediği emir olarak kabul ediliyor ve ilgililer harekete geçiyordu. Böyle olunca ülke, işkence, hapis ve sürgün mekânına dönmüştü.

ALENİ VE ÇEŞİTLENMİŞ İŞKENCE ZAMANLARI

Kuşkusuz 12 Eylül öncesine dönmek için sebepler çoktu. Mesela bunlardan birisi işkencenin rutin hale gelmesi ve alenileşmesiydi. Gözaltı süreleri çoğunlukla 90 gün olarak uygulanmıştı. Hatta Sıkıyönetim Kanununa eklenen bir madde ile sanıkları süresiz gözaltında tutmak da mümkündü. Bu şekilde 100, 120, 150 gün gözaltında tutulanlar olduğu gibi, defalarca emniyet müdürlüğüne götürülüp sorgulanan binlerce tutuklu vardı.

Gözaltında olmak o yıllarda zaten işkence görmek anlamına geliyordu. Nitekim İnsan Hakları Derneği’nin, 1991’de yayınladığı 11 Yıl Yetmedi mi başlıklı raporuna göre yargılananlardan yüzde 95’i işkence gördüğünü ifade etmişti. İşkence yöntemlerini düşünmek bile ürkütücüydü: çırılçıplak soymak, elektrik vermek, kaba dayak, arkadan ellerin bağlanması suretiyle ters olarak askıya alma, ıssız bir yere götürülüp tabanca ile kişinin sağına soluna ateş edilmesi, tırnaklarının sökülmesi, saatlerce ayakta tutmak, yemek vermemek, tuvalette çıkarmamak, en baştan itibaren gözleri kapatmak, falaka vb.

İşkencecileri dava etmek o iklimde hiç kolay değildi. Rapora göre 1983-1988 yılları arasında 9 bin 962 işkence davası açılmış; işkence yapmakla suçlanan 544 kamu görevlisi yargılanmıştı. Ama 1980-1991 arasında işkence suçlamasıyla yargılanan polislerden tutuklanan olmamıştı. Dahası asıl suçluları gizlemek için ilgisiz polisler görevli gibi gösterilmekteydi.

Elbette işkence sadece gözaltı sürecinde yapılmıyordu. Cezaevlerinde de çeşitlenmiş olarak devam ediyordu. Mesela tutuklulara işkence zoru ile bazı marşlar ezberletilmeye çalışılmıştı. O kadar ki belgelere göre Türkçe bilmeyen tutuklular bile İstiklal Marşını ezberlemişlerdi. Ayrıca tek tip elbise giymeyenlere savunma hakkı tanınmadığı gibi, aile ve avukatları ile görüşmeleri de yasaklanmıştı. Gazete, kitap, dergi, havalandırma, mektuplaşma, radyo, TV vb. çoğu kez yasaktı. Hatta bazı cezaevlerinin açılışı işkenceli gösterilerle gerçekleşmişti. Eray Yılmaz’ın yazdığına göre 1981’de Metris Cezaevi açıldığında çivili inşaat sopaları, elektrikli veya lastik coplarla tutuklular ağır dayaktan geçirilmiş ve yaralılar kendi hallerine bırakılmıştı. İşkenceler kimi zaman ölümle bitiyordu. Sadece Diyarbakır Askeri Cezaevinde 1980-85 yılları arasında 35 tutuklu ölmüştü. Darbeyi takip eden on yıllık sürede cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirmişti. Bunlardan 171 kişinin işkenceyle öldüğü ve 43 kişinin gözaltında intihar ettiği yönünde rapor düzenlenmişti. Diğerlerine de “doğal ölüm” raporu verilmişti.

Cezaevlerindeki işkencelerin kendine has biçimleri olduğu gibi muhatapları da farklı siyasi geleneklerden olabiliyordu. Mamak Askeri Cezaevine konan MSP Gençlik Başkanı Ahmet Oğuz’un yazdığına göre ‘Hapishaneye girişte elindeki Kuran-ı Kerim alınmış; talep ettiğinde de “burada Kuran okumak yok, Atatürk’le ilgili kitap okuyacaksınız” cevabı verilmişti.

ÖLÜM MEKANLARI

Darbecilerin gözaltında ve cezaevlerinde bulunanları öldürme biçimleri sadece işkenceyle olmuyordu. İdam uygulaması da o günlerde devreye girmişti. İdam talepleri o kadar yoğundu ki toplam yargılananlardan 7 bini hakkında idam cezası istenmişti. Zaman içinde 517 kişiye idam cezası verilmiş; bunlardan 259 dosya TBMM’ye gönderilmişti. İlk idam edilen devrimci Necdet Adalı idi. Babası, idamdan iki gün önce Kenan Evren’e bir telgraf göndermiş ve ‘bir baba ve insan olarak ölüm cezalarının insanı olmadığına inandığını’ iletmişti, ‘siz de bir baba olarak evlat acısının ne olduğunu takdir edersiniz’ diye. Ne yazık ki sonradan idamlar rutinleşecek ve şimdi Hozat’ın Torut Köyü toprağında yatan Hıdır Aslan’ın 26 Ekim 1984’teki idamına kadar 50 kişiyi bulacaktı. Hayri Argav ‘O Şafağın Atlıları’nda darbenin idam deneyimlerinin detaylarını yazmıştı. Bu arada darbecilerin idam/öldürme girişimlerinden ülkücüler de paylarına düşeni almıştı. Hakkı Öznur’un yazdığına göre Ülkü Ocakları davasında yargılanan 9 kişi idam edilmiş; 6 kişi işkencede öldürülmüştü.

Bütün bu işkence ve idam yoluyla öldürme ve tüm insani haklardan mahrum etme hallerine karşı, darbe sonrasında bir zorunlu tercih olarak ölüm orucu eylemleri gerçekleşmişti. Ağır baskı ve kısıtlamalara karşı mücadelede Türkiye cezaevleri ilk ölüm orucu kayıplarıyla 1984’te tanışmıştı. Abdullah Meral, Haydar Basbağ, M. Fatih Öktülmüş ve Hasan Telci bu ilk ölüm orucunda hayatını kaybetmişlerdi. Gerçi sürecin bu aşamaya varmaması için tutuklu aileleri cınhıraş çalışmışlardı. TAYAD’lı aileler daha 24 Mayıs 1983’te 3 bin 30 imzalı dilekçe ve eklerini Danışma Meclisi, Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine vermişlerdi. Fakat bu çığlıkları duyan yoktu. Sadece o yıllarda değil 1987’de açılan Eskişehir Özel Tip Cezaevinde yasaklamalara karşı tutuklular iki yıl içinde 7 kez açlık grevi yapmış ve o zaman da iki tutuklu hayatını kaybetmişti. Ne yazık ki açlık grevi/ölüm orucu yönündeki politik tutum sonraki yıllarda da devam edecekti. Bugün de hala çeşitli cezaevlerinde devam eden ölüm orucu eylemleri var ve ölüm orucu eylemlerinde hayatını kaybeden devrimcilerin sayısını telaffuz etmek dahi çok ağır.

MEDYANIN KISKACA ALINMASI VE YAKMA EDİMLERİ

1980-1984 yılları arasında Bakanlar Kurulu kararıyla 927 yayın yasağı getirilmişti. Bu rakam Cumhuriyet tarihinde bir rekordu. Yasaklanan gazeteler arasında popüler günlük gazeteler de vardı. Mesela Cumhuriyet 41 gün, Milli Gazete 72, Tercüman 29, Günaydın 17, Milliyet 10, Hürriyet de 7 gün süreyle kapatılmıştı.

Sadece yayın yasakları değil kitap yakmak gibi belki de ilk sayılabilecek uygulamalar da vuku bulmuştu. Mesela Bilim ve Sosyalizm Yayınlarının 133 bin kitabı Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle; Halit Refiğ’in Yorgun Savaşçı filmi de dönemin Başbakanı Bülent Ulusu’nun emriyle yakılmıştı. Yakılmaktan kurtulan 39 bin 28 kilo ağırlığına denk gelen kitap, dergi ve gazeteler ise mahkemelerin verdiği müsadere kararı gereğince SEKA’ya gönderilmek suretiyle imha edilmişti.

Bu ortamda gazete sorumlularına ağır cezalar vermek normalleşmişti. Sosyalist gazeteler için bu özellikle böyleydi ki darbe sonrası hükmolunmuş basın cezalarında da bir rekor oluşmuştu. Gazetecilerden; Alaattin Şahin 130 yıl, Ersan Sarıkaya 7,5 yıl, Veli Yılmaz 748 yıl, Osman Taş 661 yıl, Fikret Ulusoydan 66 yıl, İlker Demir 36 yıl, Mete Dalgın 30 yıl, Muhittin Göktaş 7,5 yıl, Remzi Küçükertan 7,5 yıl, Bektaş Erdoğan 36 yıl, İrfan Aşık 17 yıl, Feyzullah Özer 17,5 yıl, Hüseyin Ülgen 12,5 yıl, Ali Rabuş 18 yıl, Erhan Tuskan 123 yıl, Can deniz Özler 23 yıl 10 ay, Mustafa Çolak 9 yıl 3 ay, Ayhan Erkan 25 yıl, Reşat Güvenilir 29 yıl 9 ay, Güzel Aslaner 146 yıl, Mehmet Çoban 7 yıl 6 ay, Hacı Ali Özler 7,5 yıl hapis cezası almışlardı.

EĞİTİM, ÜNİVERSİTELER VE SENDİKALAR

12 Eylül’le birlikte eğitim giderek piyasaya bırakılmıştı. Devlet okullarına destek azaltılmış; dershane ve özel okulların önü açılmıştı. Bunun sonucu olarak 1980’li yıllarda özel dershane sayısı yüzde 900 artmış; devlet okulları da bu yeni tercihler doğrultusunda biçimlendirilmişlerdi. Yanısıra müfredat ve yeni okulların inşasında da “dini” alan öncelikli hale gelmişti. Evren 23 Temmuz 1981 tarihinde Erzurum’da yaptığı bir konuşmada artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve ortaokullar ile liselere mecburi din dersi konulacaktır diye demeç vermişti. Askeri darbe yapıldığında ülkede 374 imam hatip lisesi varken bu sayı 1989-1990 öğretim yılında 483’e; öğrenci sayısı da 90 bin 320’ye çıkmıştı. Bu arada 200 bin üyesi olan öğretmen kuruluşu TÖB DER kapatılmış; 3.854 öğretmenin işine son verilmişti.

Üniversiteler de bu yeni eğilimlerden muaf değildi elbette. Darbeyi takip eden süreçte 1253 üniversite hocasının işine son verilmişti. Ağır baskı ortamında üniversiteler zaman zaman fazlasıyla askeri yönetimin güdümünde hareket etmişlerdi. Daha darbenin üçüncü gününde; 15 Eylül 1980’de Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, adeta tarihe geçecek türden şöyle bir duyuru yapmıştı:

Öğrencilere Duyuru: Kampüsümüzde 15.09.1980 günü öğle saatlerinde sıkıyönetim aleyhine elle yazılmış bildiri atıldığı güvenlik kuvvetlerince tespit edilmiştir. Bu olayı yaratan kişiler ortaya konuluncaya kadar araştırma sürdürülecek, bulunmadığı taktirde grubun tümünün öğrencilik hakkı silinecektir. Bu gibi ideolojik olayların her halükarda kesin şekilde bir ay içinde bitirileceğinden emin olunmasını ve hiç çekinilmeden güvenlik kuvvetleri ve idareye yardımda bulunulması gerekmektedir.

Başka üniversitelerde de benzer uygulamalar vardı. Büyük bir bölümünde öğretim üyeleri bilimsel-akademik çalışmalar yapamaz hale gelmislerdi. Elbette buna karşın bir kısım öğretim üyesi, hâkim politikanın destekleyicisi olabilecek alanlarda iş yapıyorlardı.

Sendikalar da bu süreçten nasibini almışlardı. Mesela DİSK davası 24.12.1981’de başlamış ve daha Esas Hakkında Mütalaa’dan önce 160 ayrı dava dosyası ile birleştirilmişti. Toplam sanık sayısı 1477’ye ulaşmış; hakkında idam istenenlerin sayısı 78’e yükselmişti. Askeri Savcılığın hazırladığı DİSK-1 iddianamesi 864 sayfa idi. Okunması 67 gün sürmüş, kişilerin sorgusu 16 ayda tamamlanmıştı. Yalnızca DİSK’e ilişkin delilerin değerlendirilmesi 13,5 ay sürmüştü. Nihayet 24 Aralık 1986 günü, davanın başlamasından 5 yıl sonra mahkeme kararını vermiş; 261 uzman ve sendikacı TCK’nın 141.maddesi gereğince 5 yıl 6 ay 20 gün ile 15 yıl 8 ay arasında değişen hapis cezası ile cezalandırılmıştı. DİSK ve 28 üye sendika da kapatılmıştı.

SONUÇ

12 Eylül darbesinin 42. yıldönümünde bir dizi sosyolojik-siyasi analiz yapılabilir elbette. Ama sanırım özellikle bir hususun altını çizmek gerekiyor. Küresel dünyada bugün, eskiden olduğu gibi gizli bir edim olarak darbe tezgahlama işi artık o kadar kolay görünmüyor. Bu yüzden klasik yöntemlerle askeri darbe yapma eğilimi bütün dünyada azalmış durumda. Fakat bu durum darbelere yol açan nedenlerin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Sistemleri elde tutmak ya da ele geçirmek için politik aygıtların merkezleri muhalif kadrolardan arınmak ve muhalefet dinamiklerinden kurtulmak gibi sebeplerle yine “darbe” arayışında olabiliyorlar. Ama bunun için artık yeni yol ve araçlar tercih ediyorlar. “Demokrasi” bu araçlardan birisidir. Zira bu yöntem hem klasik askeri darbelerle bile elde edilmesi zor keyfi müdahale imkanını fazlasıyla sağladığı gibi, yetkiyi kullananların darbe karşıtı bir dil ve söylem geliştirmelerine de imkan sunmaktadır. Bu anlamda küresel dünyada artık “demokratik” seçimlerle sistematize olan ve süreklilik kazanan yeni tür darbeler zamanındayız. Bunu anlamak için “demokratik” yollarla kurulmuş herhangi otoriter bir rejime bakmak yeterlidir.