12 Eylül Darbesi’nden bu yana kırk yıl geçti. Yakın tarihin en kanlı zulmü olduğu konusunda hemfikir insanlar. Öyle ki, varlığını 12 Eylül faşizmine borçlu olanlar, onun mirasına kan ekleyenler bile iyi anmıyor darbeyi. Ama darbeyi “yapanlara” ne gam! Dertleri iyi anılmak değildi zaten. Ekonomik, politik yapıda amaçladıkları değişim onlara yeter de artar bile.

Daha önemlisi “insanı” değiştirmekti onlar için ve değiştirdiler de. Yüzlerce insanı işkence tezgahlarında, idam sehpalarında öldürerek, binlerce insanı işkenceden geçirerek uyguladıkları maddi soykırımın ötesinde bütün bir ülkeyi ruhkırımına uğrattılar.

Tarih, sadece kitaplarda, resmi belgelerde yazılıp çizilenlerle, görüntülerle ve anlatılanlarla etkilemez insanı. Çocukluktan başlayarak ebeveynlerinin aktardıkları kadar yapıp ettiklerini gözleyerek de etkilenir insan. Çoğu zaman, söze dökülmeyenin belirleyeciliği sözden çok daha güçlüdür. Bir olay karşısında anababanın takındığı tavır, yüzünde oluşan ifade, mimikleri sanılandan çok daha derinden etkileyebilir çocuklarını. Ailecek seyredilen televizyonda verilen bir haber karşısında oluşan yüz ifadesi bilinçsizce akar çocuğun ruhuna. Sokakta, pazar yerinde elini tutarak yürürken, karşıdan bir asker ya da polis geldiğinde anababasının, abisinin, ablasının yürüyüşlerindeki, ellerini sıkma gücündeki değişim, ne olduğunu anlamasa da etkiler.

Kaba bir hesap yapalım. Türkiye’ de insanlar altmışlardan bu yana giderek yükselse de ortalama 20- 30 yaşlarında ebeveyn oluyorlar. 12 Eylül 1980’de yirmili yaşlarında olanların çoğunun çocukları 1985- 90 yıllarında doğdu. Onların çocukları ise 2010- 2015 arasında. Önümüzdeki 20 yılda nüfusun ezici çoğunluğunu, ve kamuoyunun genel ortalamasını şimdi 5- 10 yaşlarında olan bu çocuklar belirleyecekler. Demem o ki, 12 Eylül Darbesi’ni doğrudan yaşayanların torunları…

Acı, yas, korku, utanç, suçluluk ve öfke ile yetiştirilmiş ve gençliklerini de bu kez siyasal İslam’ın gerici faşizminde geçirmiş insanların çocukları büyüyor şimdilerde.

Kuşakların bilinçsizce birbirine aktardığı ve üçüncü kuşağın ruhunu belirleyen temel duygu ve inanç ne olabilir?

Yenilmişlik?

Oysa 12 Eylül Darbesi’nin kırdığı kuşağa, onların ebeveynlerince aktarılan temel duygu “yapabiliriz”di galiba. Sırtını Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyete yaslayan, devrimlerle beslenen, köy enstitülerinde biçimlenen “yapabilirsin”, “değiştirebilirsin” inancı.

İçinde yaşadığımız maddi koşullar ruhumuzu belirlemede temel etken elbet. Ama bu değişmez bir sabitlik, kapalı bir sistem değil. Devrim, bizatihi bu gerçekliğe itiraz etmek demek bir bakıma. Yaşadığımız koşulları değiştirme isteği, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini anlayabilme ve bunu yapabileceğimize olan inancımız, durduk yerde gökten zembille inmiyor içimize. Kuşakların birbirine aktardığı söze dökülemeyen, bilinçli olarak farkında olunmayan bir “hayat bilgisi” sağlıyor bu inancı. Eylemden, pratikten doğan ve aktarılan hayat bilgisi.

12 Eylül’ ün asıl etkisi, belki de, işte bu sözel olmayan aktarımdaki inanç yitimi oldu. Asıl olarak ruhları kırdı faşist darbe.

O yüzden bu günden yarına, devrimin bir yenilgiler tarihinden ibaret olmadığını gösterecek hatırlama eylemine ihtiyacımız var. Kuşakların birbirlerine hatırlayarak aktaracakları devrimci pratiğin üzerindeki örtüyü kaldırmak gerekiyor. Geçmişi özleyerek değil, geçmişin masalını şimdiden geleceğe bir hakikat hikayesi olarak anlatmaya.

Kuşakları bir araya getirecek, önümüzde bizi bekleyen kan içicilere, gözü dönmüşlere yenilmedik, yaşıyoruz, buradayız diyecek bir birliğe ihtiyacımız var. Kırgınlıklara, kızgınlıklara kapılmadan devrimin yalnızca bir düş olmadığını, hakikat için kurulan ve hiç bitmeyecek tarihin en ahlaklı, en eşit, en yaratıcı hakikat düşü olduğunu hatırlatacak bir birliğe.