“12 Eylül’ün hesabı sorulsun” sözü ortaya yeniden atıldığında, bundan en çok tedirginlik duyan nedense Ertuğrul Özkök oldu....

“12 Eylül’ün hesabı sorulsun” sözü ortaya yeniden atıldığında, bundan en çok tedirginlik duyan nedense Ertuğrul Özkök oldu. Bu talebi, “aynı teranelerin aynı dolduruşa getirmelerin tedavüle sokulması” olarak ilan ediverdi. Gerekçesi de şudur: Önce, 11 Eylül’ün hesabı verilmeliymiş!
İkisini karşı karşıya getirmek saçma. Çünkü 12 Eylül bu sürecin zorunlu bir sonucu olarak kurgulanmıştı. Dolayısıyla, 12 Eylül’ün hesabını sormak, elbette 12 Eylül öncesinin de hesabını sormak demektir. Ama elbette 12 Eylül darbecilerinin ve savcılarının yaptığı gibi değil. Ertuğrul Özkök maalesef böyle yapıyor ve feci şekilde yanılıyor, yanıltıyor.
Peki, 12 Eylül öncesinde neler olmuştu? Basit bir sağ-sol çatışması mı? Ama buna vakti zamanında “sosyolog” Ertuğrul Özkök de inanmazdı… (Yoksa inanır mıydı?) Burada tahlili iyice kısalmak için kabaca şunu hatırlatmakla yetinelim: 12 Eylül öncesi dönemin “öyle” olmasını gerektiren bazı iç faktörleri vardı. Mesela TÜSİAD vardı, Ecevit hükümetini gazete ilanlarıyla düşürememiş, bu işi Milliyetçi Cephe’ye ve onun tetikçilerine havale etmişti. Çünkü Ecevit,  TÜSİAD’ın desteklediği IMF yaptırımlarını, “bunlar ancak faşist ülkelerde uygulanır” diye ilk başta kabul etmemişti. Demirel, “Bunların sonu Şili’deki gibi olacak” demiş, Ecevit de sonunda IMF talimatlarını uygulamaya mecbur kalmıştı. Ardından Demirel’in MC hükümeti 24 Ocak kararlarıyla (ve “demokrasi kahramanı” Özal marifetiyle!) bunun cilasını çekmişti. 24 Ocak kararları vahşi sömürü bakımından öyle bir muhtevaya sahipti ki, bunu da ancak açık bir diktatörlük yerine getirebilirdi.
Bunun yanı sıra içsel bir olgu haline gelmiş dış faktör, yani ABD vardı. O yıllarda bölgenin jeo-politik ihtiyaçları, NATO’nun güney kanadındaki Türkiye’de “Filipin tipi” bir demokrasiye dahi tahammül gösteremeyecek derekedeydi. Paşalar işte bu “iç ve dış talepler” karşısında 12 Eylül için koşulları “olgunlaştırdılar” (bu ifade onlara aittir) ve 12 Eylül sabaha karşı, ünlü, “our boys have done it” sözünü hayata geçirdiler.
Darbenin hemen ardından, 11 Eylül’ün “kan bilançosu” 12 Eylül’ün kan bilançosuyla “ibra” edildi. Yenenler kanlı kılıçlarını yenilenlerin ak libaslarında temizlediler! Ama bu noktada, Ertuğrul Özkök “12 Eylül’ün hesabını kimden soracaksınız ki?” diye kostaklanırken, haklıdır.
Elbette “zırtapoz” diye küfür ettiği “Dev-Yol militanlarının”, o günlerde başka pek çok aydın gibi öğretim üyesi Ertuğrul Özkök’ün de can güvenliğini faşist çetelere karşı korumaya çalıştığının farkında olması mümkün değildi. İç savaşı çıkaranların gözünde, TÜSİAD-IMF politikaları ya da ABD jeo-politikası için “gerekli” kurbanlardan biri olduğunu bilemezdi. Belli ki, hâlâ da bilemiyor. Önemli değil. Önemli olan, daha sonra, cellâtlarına âşık olmasıdır. Ki bu da onun sorunudur.
Ama şunca yıl sonra, samimiyse eğer, bari şunu fark etsin: Bu süreç, o dönemde sivil politikacıların “el sıkışmasıyla” önlenecek bir süreç değildi. Çünkü o dönemin sivilleri (işadamları, politikacıları, önemli gazetecileri vb.) de bu sürecin birer parçasıydı, suç ortaklarıydı.
İşte bu yüzden Ertuğrul Özkök, sadece “Evren Paşa kötü darbeci, memleketi kan deryasına çevirmiş siviller iyi demokrat...” şeklinde yapılan bir tespite itiraz ederken haklı olabilir. Kaldı ki bu kanlı dönemi temsil eden 90 küsur yaşında bir adamı tek başına mahkûm ederek müesses nizamın kendisini temize çıkarması mümkün müdür?
Kesinlikle değil. Çünkü şayet böyle bir yargılama yapılırsa, o dönemde devrimci muhalifleri, solcuları mahkûm ettikleri meşhur “kanun maddesi” akla gelecektir: Bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde diktatörlüğünü tesis etmek!
Çünkü 12 Eylülcüler, politikacı ve işadamı sivillerin pişirdiği 24 Ocak kazıklarını emekçilere servis etmişler, sermaye sınıfının emekçiler üzerinde kanlı diktatörlüğünü kurmuşlardı. Bakın, Vehbi Koç, 3 Ekim 1981 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı ünlü mektubunda şöyle diyordu:
“Şimdi faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk devletini ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır… İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.”
Aynı şekilde, Türkiye İşverenler Konfederasyonu (TİSK) başkanı Halit Narin de, sendika ve grev hakkını kullanmış olan işçileri kast ederek, “Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diye sevinç naraları atmıştı.
Ezcümle, 12 Eylül dönemi ABD politikaları ve tekelci sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda tesis edilen kontrgerillanın açık diktatörlüğünden başka bir şey değildi. Dolayısıyla bugün, 12 Eylül’den hesap sorulması, 90 yaşında bir emekli askerin yargılanmasının çok ötesinde bir iddiadır.
12 Eylül’ün özellikle “zihniyetinden” hesap sorulmaya başlandığı noktada, mesela şimdinin “darbesavar” medya mensuplarının bir zamanlar ne denli “darbesever” olduğu gündeme gelecektir. Mehmet Barlas, cuntayla sıkı fıkılığından dolayı “Mehmetçik” diye anılmıyor muydu? Nazlı Ilıcak, işkenceleri meşrulaştırmak için “Efendim, mesela bir terörist bir şehri havaya uçuracak bombayı yerleştirdikten sonra ele geçirilmiş, şimdi bu şehrin insanlarını kurtarmak için ona işkence yapılmasın mı?” diye yazılar döktürmemiş miydi?
Öte yandan Türk-İslam sentezi devletin resmi ideolojisi kılınmış, bu doğrultuda kadrolaşma gerçekleştirilmiş ve Fethullah Gülen de bu yüzden Sızıntı dergisinde Kenan Evren’e “kurtarıcı bir melek” diye övgüler düzmüş, hayır duaları etmişti. Bitmedi: Ahmet Altan, 12 Eylül zihniyetinin hizmetinde, devrimcilere küfür eden “Sudaki İz” gibi romanları kaleme alıp böyle “meşhur” olmamış mıydı?
Yani Ertuğrul Özkök, 12 Eylül’e yardım ve yatakçılık cürmünde tek başına değil.
Demek ki asıl curcuna, 12 Eylül’ün “yardım ve yatakçılarının” da yargılanması talebinde kopacak.
Her neyse, Kenan Evren ile 12 Eylül’ün kanlı sayfası hele bir açılsın… Çünkü ocakta küllenmemiş közümüz, söylenecek daha çoook sözümüz var!