“1 Mayıs” marşımızı söyledim ve yazımın başına oturdum.

“1 Mayıs” marşımızı söyledim ve yazımın başına oturdum.

“Ve kahreden, yaratan ki onlardır,” dedikten sonra da, artık zalimleri esirgemeyecek ve zulmü bağışlamayacak bir “işçi sınıfı” adıyla yazıma başlayabilirim.

Gündem seçim, seçim sonuçları da şimdiden belli; gidişatın yönü ise AKP oylarının üç aşağı ya da beş yukarı olmasına göre belirlenecek. Birçok boyutuyla dejavu yaşanacak belki, ama mutlaka bir şeyler de değişecek..

Çünkü Mayıs’tan sonra Haziran... Haziran’dan sonra?

Tufan!

Kehanet değil, en gerçekleşebilir ihtimal... Çünkü Kürt sorununda rüzgâr ekenler fırtına biçecekler.  Kürtler böyle diyorlar. Haklılar ve şimdiden de gereklerini yerine getirmeye başladılar.

Zaten Öcalan da, 15 Haziran’ı dönüm noktası olarak ilan etmişti.

Kehanet değil: Küresel sermayenin taşeronu AKP dokuz yıldır sürdürdüğü inşaatı tamamlamak üzere. İnşaatlarda gelenektir, son kata gelindiğinde bayrak çekilir ya, şimdi “sivil ve demokratik anayasa” diye diye bayraklarını çekecekler son kata...

Demokrasi çok yaşa!

Amma... Marksist siyaset biliminde aykırı bir tahlil vardır. Sınıflı toplumlarda her daim, önce “Kimin için demokrasi?” diye sorulur, ardından “Kim güçlüyse onun için demokrasi” diye verilir cevabı. Demokrasi bu bakımdan bir yönüyle demokratik diktatörlüktür. Hadi bu “diktatörlük” lafı ağır geldi diyorsanız, daha kibarını söyleyeyim: demokratik hegemonyadır...

Şimdi de AKP zihniyetinin ve temsil ettiği sınıfsal kesimlerin hegemonyası kuruldu. Yani inşaat bitti. AKP zihniyetini alkışlayanlar, bundan nemalananlar için “demokrasi”, buna itiraz eden muhalifler için “diktatörlük” var... İşin vahim tarafı şudur ki, bu gidişat dizginlenmediği sürece AKP çerçevesi giderek ve Başkanlık sistemi filan diyerek Tayyip Beyin fotoğraf çerçevesine, tek kişinin hegemonyasına dek daralabilecek. Abartıyor muyum?

Ama bu süreç bugüne dek hiç “abartmadan” yaşandı işte... Gardırop Atatürkçülüğünden gardırop İslamcılığına geçiş neden hiç abartmadan olabildi? Çünkü zemin aynı zemindi! Hangi zemin? Neo-liberalizm, vahşi kapitalizm...

Yani efendim, AKP zihniyetine modernite, ilericilik filan adına itiraz etmek yetmedi, yetmeyecek. Modernlik, bir yanıyla medenilikse eğer, doğu kültüründe modern olmak “medeni” olmaktır ve bunun anlamı da “şehirli” olmaktır. Şimdi şehirler Medine oldu, ne haber? Üstelik modernlik öbür yanıyla Batılılıksa eğer, şimdi gericiler de küreselleşmenin birer kapitalist mücahidi ve müteahhidi kimliğiyle Batılı’nın daniskası oldular. Peki ama zaten “Batı” da ilerici miydi ki?

Diyanet İşleri Başkanlığı eski başkanı Ali Bardakoğlu “adeta serbest piyasa ekonomisinin şartlarına adapte olmuş dindarlık” tespitini yaparken yaşanılmakta olanı şıp diye özetlemişti.

Öyleyse neymiş? Küresel kapitalizme muhalefet etmeden gericiliğe de karşı konulamazmış.

Evet, dün 1 Mayıs hakikaten görkemli bir şekilde kutlandı; en önemlisi işin demokrasi değil diktatörlük yönünden nasibini almaya mahkûm bir muhalefetin hâlâ ayakta olduğu da ispatlandı.

“Ayakta” dedim, aklıma geldi. Hani memlekette her derde deva bir çözüm önerisi olarak şöyle denilir: Eğitim şart!

Meğer bu laf, Türkçe’de çok sinsi bir tuzakmış. Şimdi nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama “öneri” hiç de masum değilmiş! Abartmıyorum: Gıpta edilen Batı’nın dillerinde eğitim kavramı için kullanılan “education” teriminin kökeni nedir, biliyor muydunuz? Latincedeki “ēducere”dir ve bu da “kaldırmak, dikilmesini sağlamak ayağa kalkmak” demektir... Bizdeki eğitim ise, “eğmek” fiilinden geliyor! Daha ne diyeyim...

Mesela bu bakımdan Kürtçe “eğitim” talebi de bir paradoks değil mi? Kürtler istiyor, Türkler kabul etmiyor!  Eğitim kavramının Kürtçe’deki karşılığı olan “Hêvoj”, “Hêvotin” gibi kavramların kökenini bilmiyorum, ama 12 Haziran’dan sonraki tarihin Pazdeh (15) Hezîran olduğunu artık biliyorum.

İktidarın da bu konuda “eğitilmesi” ve şunu öğrenmesi gerek: Demek ki, Kürtleri “eğitmek” bir işe yaramıyormuş!