Kara Çarşamba olarak adlandırılan 21 Şubat 2001 döviz/ekonomi krizi yaşandığında, Ankara Çamlıdere ilçesinde Cumhuriyet savcısıydım. Mesleğimin yaklaşık 5. yılındaydım.

Bu kriz her ne kadar sığ bir şekilde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasındaki tartışmaya bağlansa da, krizin objektif koşulları çoktan oluşmuştu. O tarihe kadar Cumhuriyet tarihinin en büyük krizi olarak kabul edilen süreçte bankalararası gecelik faiz 7000’leri buldu. Borsa bir günde yüzde 20 değer kaybetti, TL yüzde 40 değer kaybetti, dolar 670 bin TL’den 1 milyon TL’ye çıktı. Binlerce işyeri kapandı, iflaslar arttı, yüzbinler işsiz kaldı.

Akşam gazetesinde yazan merhum gazeteci Şakir Süter’in bu tarihten 5 gün önce yazdığı yazı dikkatimi çekmişti. Yazının ilgili kısmı şöyleydi:

Kent: Ankara... Mekân: Bir kamu bankası genel müdürünün özel kalemi. Tarih: 16 Şubat Cuma/2001.. Saat: 10.45...

Özel kalemde, genel müdürle görüşmeyi bekleyen dört kişi var. Özel kaleme girmeden, kapı önünden haber gönderip randevu talep eden bir de gazeteci vardır.

Dolarda bir 'kıpraşma' var

Genel müdüre bir telefon bağlanır ama hoparlör açık kalmıştır. Genel müdürün konuşmasını, özel kalemdeki herkes duymaktadır.

- Efendim, saygılar. Dolarda bir 'kıpraşma' var. Yani devalüasyon efendim. Bankamızın Şişli Şubesi'ne bir zahmet gidip, TL hesabınızı dövize çevirseniz.

- .....!

- Efendim, İ.K. beyfendiye de siz bir zahmet haber verebilir misiniz?

- .....!

- Saygılar sunar, emirlerinizi beklerim efendim. Tenis maçlarınız iyi gidiyordur inşallah...

Genel müdür, aynı amaçla 10'u aşkın telefon görüşmesi yaptıktan sonra, özel kalemdeki konuklarını kabul eder. Onların yanında da dostlarına, benzer uyarıları yapmayı sürdürür:

- Liranızı dövize çevirin efendim!

Sonra da, konuklarına döner:

- Siz de mevduatlarınızı dövize çevirin!

Denizlili bir sanayici olan konuklarından biri 'ama sayın genel müdürüm' der:

- Benim döviz borçlarım var.

- Sen de, borçlarını hemen öde o zaman!

Bu arada, bankanın kambiyo müdürünü çağırmıştır genel müdür:

- .... Bey, şu listeyi alın. Ve derhal, bu listede adı geçen kişilerin Türk Lirası hesaplarını bugünkü kurdan Dolar ya da Mark'a çevirin!

Yukarıda yazdıklarımızın eksiği var, kesinlikle fazlası yok!

Kaynağımız çok sağlam ama izin vermedikçe, adını açıklamamız mümkün değil. 'Devalüasyon öncesi nereye kaçtı bu ülkenin dövizi' diyerek samimiyetle araştırma yapanlara duyurulur..."

Kara Çarşamba yaşandıktan sonra bu yazı üzerine resen (kendiliğinden, şikâyet olmadan) soruşturma açılması gerekirdi.

Birkaç gün geçmesine rağmen Ankara’da soruşturma açılmadığı anlaşılınca ben bir soruşturma başlattım. Önce Şakir Süter’in tanık olarak ifadesinin alınarak ilgili bankanın belirlenmesi için bir talimat yazdım. Süter, kaynağını açıklayamayacağını, ancak medyada çıkan haberlerden hangi banka olduğunun tespit edilebileceğini söyledi. Kamu bankalarının genel müdürlükleri Ankara’da olduğu için belgeleri toparlayarak soruşturma evrakını, yetkili Ankara başsavcılığına gönderdim. Soruşturmayı Ankara Başsavcılığı yürüttü.

Bu olayı hatırlatmamın nedeni “128 Milyar Nerede” sorusu ve yargının mevcut tutumu.

BAŞLI BAŞINA BİR GARABET

Öncelikle “128 Milyar Nerede” sorusunun finansal olarak yerindeliği ve verilen cevapların tatmin ediciliği ayrı bir tartışma konusu. Ama bu sorunun ima ettiği bir şey var ki yargı mekanizmasının harekete geçmesini gerektirir: hâlâ şeffaf bir şekilde açıklanmayan satışlar sırasında bir usulsüzlük olup olmadığı. İktidarın öteden beri finansal saldırılardan bahsettiği bir ortamda bunun soruşturma konusu yapılmaması başlı başına bir garabet.

Özünde siyasi olan süreçlere yargı yoluyla müdahale edilmesi anlamında “yargısal aktivizmi” doğru ve işlevsel bulmamakla birlikte, yargının bu ve benzer birçok olaydaki tutumu, hükümetin siyasi ajandasına göre, hükümetin siyasi çıkarlarını koruma anlamında yargısal aktivizmi aşan bir “yargısal zorbalık”. Usulsüzlük iddialarını resen araştırmakla yükümlü yargı mekanizması “128 Milyar Nerede” sorusunu kriminalleştirerek bastırmaya çalışıyor!

Temsili demokrasinin temelini oluşturan “Bütçe Hakkı” çerçevesinde sorulması doğal, hatta mecburi olan bu soru suç sayılıyor.

En şüpheci ve daraltıcı yorumlamayla dahi Cumhurbaşkanına hakaret suçu sayılamayacak bir soru yasaklanıyor. Gece baskınları ile afişler toplanıyor. Oysa bu hukuksuzluğun iktidarın kontrolündeki yargıda bile ya mahkemeden ya Yargıtay’dan ya AYM’den dönmesi kaçınılmaz.

MUHALEFET DE KURGULANMALI

O zaman ülkenin dört bir tarafında bu uygulamayı nasıl okumalıyız?

Öncelikle iktidar kamuoyunu manipüle etme kabiliyetini önemli ölçüde yitirdi. Zorbalık dışında elinde çok az enstrüman kaldı.

Daha birkaç gün önce de Sol Parti’nin İstanbul Sözleşmesine dair afişlerine benzer bir muamele yapılmıştı.

HDP’ye yapılanlar daha vahim. CHP Parti Meclisinin basın açıklaması ile ilgili olarak gene Cumhurbaşkanına hakaretten açılan davalar ise halen mahkemelerin önünde. Siyaset yasağı, yargı sopası kullanılarak da devam ediyor

Muhalefetin bu hamlelerden önümüzdeki seçimlere hangi koşullarda gidileceğini iyi okuması gerekir.

Seçim bildirgelerinin, broşürlerin yasaklandığı, yöneticilerin göz altına alındığı tutuklandığı bir iklim olacak.

Tekrar vurgulayalım “olağanüstü dönemlerin muhalefetinin de olağanüstü kurgulanması gerekir.”