Aziz Çelik dünkü yazısında, 15-16 Haziran eylemlerini anarken, bugün işçi ile sendika arasındaki ilişkinin zayıfladığından söz edip, neden sorusunu soruyor. Soru haklı ama nedenleri ortada!

Daha 1994 yılında, “Değişen Koşullarda Sendikacılık” başlıklı kitabımda bugünleri öngörmüş, nedenlerini de epeyce irdelemiştim. Örneğin, sendikaların, toplu pazarlık odaklı politikalarının sınırları görülüyordu; emeğin haklarını korumanın, politik olarak güçlenmesine bağlı olduğu ortadaydı; öte yandan, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve toplumsal gelişmesi açısından emeğin ve sendikaların toplumsal-siyasal bir güç olarak varlık kazanmasının önemi yadsınamazdı. Sendikalar ise, bunlardan bihaber gibiydi! Yine de bir umuttur diyerek, kitabı, Türkiye’de sendikacılık için bu tür misyonlar “biraz fazla” olsa da, bu tür iddialarla ortaya çıkacak sendikalara ihtiyacı olduğunu vurgulayarak bitirdiğimi söyleyeyim.

Sendikalar kitabı görmezlikten geldiler; yazılanları hiç tartışmadılar. Oysa, bugün kitaptaki saptamalar bir bir gerçekleştiği gibi, bundan ötesini yazan da çıkmadı. Bugün de, ben benzer şeyleri söylüyorum; sendikalar, yine yasaları konuşuyorlar!

Oysa bugün de, ister 1970 yılında DİSK’in ve ona bağlı sendikalardaki emekçilerin Sendikalar Yasasında yapılmak istenen değişikliğe karşı ortaya koymaları gibi bir direniş hatırlanmak istensin; ister birçok hak gibi kıdem tazminatı haklarının da ellerinden alınması kaygısı ortaya konsun, bunlar, ancak benzer direnişler yaratmanın koşullarını konuşmakla anlamlı olabilir.

Yine, duyan yok! Onlar duymuyor ama gerçekler ortada!

Ne yazık ki, bugün, sendikalar ve emekçiler ile temsil ettikleri haklar ve çıkarlar, politik ve de ekonomik olarak toplumda dikkate alınacak bir gücü temsil etmekten çok uzak. Asıl sorun da burada!

Bunun en önemli nedeninin de, sendikaların ve emeğin sınıf bilincinden ve bunun getirdiği politik duruştan uzak kalışı olduğu yadsınamaz.

Kuşkusuz bugünkü güçsüzleşmenin arkasında, en başta, 1980 sonrasında küresel kapitalizmin artan gücü, devletin sermayeden yana daha da pekişen rolü ve neoliberal politikalar olduğu söylenecektir; doğrudur da... Ama, işçi sınıfında, bu gerilemeye direnç gösterecek politik bilinç eksikliğini de unutmak mümkün değil!

Politik bilinç olmadığından, yalnız direniş değil, sendika ile işçi arasında olduğu gibi emek ile toplum arasındaki ilişkinin zayıflaması, hatta emeğin kendi arasındaki ilişkinin ortadan kalkması da kaçınılmaz. Bugün, yaşanan da bu! Bunu hala göremiyorlarsa,-ki görünen o- geleceklerini de yok ediyorlar demektir!

Sermaye ve devletin en büyük başarısı da burada. Emeğin varlığını ve çıkarlarını korumanın, ancak politik bir bilinç ve duruşla mümkün olabileceğini unutturdular emeğe. Bu konuda sendikalar da az yardımcı olmadı! Bir yandan bilinçlenen emekten korktular, öte yandan devletten... Ne yazık ki, korkunun ecele faydası olmadı!

Sınıf bilincinden vazgeçince, devlete, hukuk ve yasalara sarıldı sendikalar; düzenledikleri toplantıların ana konuları yasalar etrafında belirlendi. Mücadele diye de, “toplu pazarlıkları” bellediler. Bugün ise, toplu pazarlıkların 500-600 bin işçiden ötesi için anlamı olmadığı bir noktaya geldiler!

Ne yazık ki, bu son kaçınılmazdı! Çünkü, bir yanda o yasaları var eden ekonomik ve politik ortamı dikkate almaları, öte yanda istenilen yasal düzenlemeleri getirmek ve korumak için toplumsal ve politik bir güce sahip olmaları gerektiğini unutmamaları gerekiyordu. Onlarsa, durmadan “devlet ve yasa” konuştular!

Oysa var olan yasalar ve haklar, ancak, kale muhafızları gibi onları bekleyen, kollayan güçlerle korunabilirdi. Kale muhafızının ise, emeğin politik bilinci olduğunu söylemeye gerek yok!

Örneğin, bu ülkede kiralık işçilikle ilgili bir yasa Meclis’ten geçerken, kendi kuyularını kazacak bu yasa ile ilgili olarak emekçilerden “tıs” çıkmadığına şaşılıyor. Evet şaşılası bir iş; ama emek, sınıf olmaktan çıkmışsa, sendika sınıf örgütü olmayı inkâr ediyorsa, emek ile politik seçim arasında ilişki kaybolmuşsa şaşılacak fazla şey de kalmamış demektir!

Bu nedenledir ki, bugün, sığındıkları yasalar, yani kaleleri durmadan ellerinden gidiyor.

Gerçi, hala, ellerinde kalan bir “burca” sığınarak varlıklarını sürdüreceklerini sanmaktalar ama toplumla, politikayla ilişkisi kalmayan, bir anlamda yaşam alanını kaybeden emekçilerin ellerinde kalan “burcu” da kaybetmeleri kaçınılmaz gibi... Sendikaların da, böyle giderlerse, çok uzak olmayan bir gelecekte “aktarma kayışı” olarak hizmet vermekten öte bir işlevleri kalacağını düşünmek zor!

Yine de, yukarıda söz ettiğim kitaptakine benzer “umut arayan” bir cümle ile bitireyim. Maddi (kısaca ekolojik kıyam diyelim) ve manevi (kısaca adaletsizliği hatırlatalım) açıdan felaketten felakete sürüklenen bu dünya ve insanlık için, elde “sol” düşüncelerden başka bir umut ve bu umudu yeşertecek güç olarak da geniş anlamlı bir “emek” düşüncesinden başka çıkar yol yok! O nedenle, emek ve sendikalar için iddialardan vazgeçmek değil, iddialar yaratmak zamanı!

Konuşmaları gerekenler de, bunlar!