Parti-devletinin, bağlı belediyelerin, STK’lerin, sermaye örgütlerinin, medyanın canhıraş seferberliğiyle topluma yeni bir “milli gün” olarak dayatılmak istenen 15 Temmuz’un yıldönümünden geriye ne kaldı?

Öncelikle, ortada bir anma mı, kutlama mı var, ona bir türlü karar veremediler. Onca insan yaşamını yitirdiği için, biraz ağırbaşlılık, biraz da yas havası gerekiyordu elbette ama hem darbe girişiminin “Allah’ın bir lütfu” olması hem de İslamcılığın kamusal/kolektif yas tutmayı bilmemesi, İslamcıların ise empati kurma yeteneğinden büyük ölçüde yoksun olmaları nedeniyle, 15 Temmuz’un sene-i devriyesi bir cümbüş havasında, “yeni rejimin milli bayramı” kıvamında geçti. Bir gece kulübünün o gün “demokrasi partisi” vermek istemesi tam da bu nedenle şaşırtıcı değildi aslında, onların yerine partiyi tüm ülkede parti-devleti vermiş oldu.

Peki bu cümbüşten, bu partiden toplumun payına düşen nedir, buradan bir gelenek icadı çıkar mı, 15 Temmuz sahiden bir milli güne dönüşebilir mi?

Sanmıyorum. Siyaseti dost-düşman ikiliği üzerine kurmaktan, “Ya bizdensin ya onlardan” demekten ve toplumu tam ortadan ikiye bölerek kendilerinden olmayan herkesi terörist ilan etmekten başka çaresi bulunmayan, buradan bir iktidar teknolojisi türeten rejimin 15 Temmuz üzerinden ne kapsayıcı bir anlatı inşa etmesi ne de milli bir gün icat etmesi mümkün. Başaramazlar.

Başaramayacak olmalarının nedeni, sonradan parti yöneticileri “sehven” diye düzeltmeye çalışsa da, Erdoğan’ın köprüde yaptığı konuşmada kurduğu “Biz 15 Temmuz gecesi 250 kahramanı toprağa verdik. Karşılığında 50 milyonluk Türkiye’nin istikbalini kurtardık” cümlesinde gizlidir. İster bilerek ister bilinçaltının dışavurumu olarak söylenmiş olsun, bu cümle “ikiye bölünmüş ülke” manzarasının açık bir ifadesidir. Kurtarılanlar toplumun yarısıdır, milletten olanlardır; şehitler millet için ölmüştür, milletten olmayanlar, millete dahil edilmeyenler, teröristler, yani toplumun diğer yarısı için değil.

Toplumun bir yarısını ancak diğer yarısına düşmanlık üzerinden seferber edebilen bir rejimin, “yeniden doğuş”a, “kuruluş”a ya da “kurtuluş”a dair bir hikâye, bir mitos üretmesi mümkün değildir. Buradan “milli mücadele” de “milli birlik beraberlik” de çıkmaz, buradan çıkacak olan Guantanamo’dur, tek tip elbisedir, süreklileşmiş olağanüstü haldir.

11 Eylül saldırıları sonrası Amerika Birleşik Devletleri küresel olağanüstü hal ilanına girişmiş, Batılı birçok ülke de “terörle mücadele” adı altında bu ilana uygun icraatlara girişmişlerdi. ABD, Ortadoğu’da yakaladığı çoğu El Kaide militanı olan kimseleri, aralarında Türkiye’deki hava üslerinin de bulunduğu yerlerden gizli uçuşlarla Küba’daki Guantanamo Üssü’ne götürüyor ve herhangi bir hukuk kuralına tabi olmaksızın alıkoyuyordu. Guantanamo’ya götürülenler “savaş esiri” değil “düşman savaşçı” gibi müphem bir tabirle adlandırılıyor ve böylelikle Cenevre Sözleşmesi dışında tutuluyordu. Bu da Guantanamo esirlerinin haklarında herhangi bir iddianame hazırlanmaksızın, herhangi bir mahkemeye çıkarılmaksızın ve avukat ya da ziyaretçi görüşü olmaksızın, bilinmeyen bir süre boyunca içeride kalmaları anlamına geliyordu.

Guantanomo’ya götürülen esirlere tek tip ve turuncu bir kıyafet giydirildiğini fotoğraflarda gördük. Turuncu renk önce Guantanamo ile özdeşleşti, ancak daha sonrasında IŞİD’in Hollywood’u aratmayan infaz videolarında intikam amaçlı olarak öldüreceği kişilere aynı kıyafeti giydirmesiyle bu sefer de IŞİD’le bir özdeşlik ortaya çıktı. Guantanamo, IŞİD, turuncu elbise, infazlar, hepsi emperyalizmin bölgeyi ve dünyayı ne hale getirdiğinin, küresel ve süreklileşmiş olağanüstü halin birer sembolü olarak insanlığın hafızasına kazındı.

Bizde de 15 Temmuz demokrasi şenliklerinin ertesi günü Milli Güvenlik Kurulu’nun toplanması ve “demokrasinin korunması” adına OHAL’in üç ay daha uzatılmasını teklif etmesiyle birlikte süreklileşmiş olağanüstü hal manzarası iyice belirginleşti. Süreklileşmiş OHAL’de ve dost-düşman siyasetinin belirleyici olduğu bir konjonktürde, “FETÖ” zanlılarına Guantanamo esinli tek tip kıyafet giydirilmekten söz edilmesi de, bunun tüm siyasi hükümlü ve tutuklulara doğru genişletilmesi arzusu da şaşırtıcı değildi.

“Düşman savaş hukuku”nun geçerli olduğu, hapishanelerin adeta iç savaşın kaybeden taraflarının kapatıldığı toplama kamplarına dönüştüğü, toplumun bir bölümünün idam fantezileri kurduğu, mahkeme kapılarında urgan ve sehpaların havada uçuştuğu, ölümle damgalanmış, topluma şehit olup ölmekle terörist olup ölmek arasında başka bir seçeneğin bırakılmadığı bu manzara rejimin sınırlarını, kırılganlığını ve çubuğu “rıza”dan “zor”a doğru iyiden iyiye büktüğünü gösteren olgular olarak okunmalı, böyle değerlendirilmelidir.

Onca yüklenmeden, onca seferberlikten, onca şatafattan geriye kala kala tek tip elbise tartışmaları ile GSM operatörlerinden halka seslenme mucitliği kalıyorsa, orada güçten çok, güçsüzlük işaretleri görmek, bu işaretler üzerine düşünmek ve “Ne yapmalı” sorusuna daha fazla odaklanmak gerekmektedir.