16 Nisan Referandumu’nun ardından bu köşede yayımlanan 19 Nisan tarihli yazının adı “Anayasasız anayasal düzene geçiş ve sonrası” idi. Referandumla birlikte ortaya çıkan durumu inceleyen o yazıdaki yedi maddeyi, bugünkü durumu anlayabilmek için bir kez daha hatırlamamız gerekiyor.

İlk maddede, “gücü sınırlamak ve devlet aygıtı içerisinde dağıtmak yerine tek adama veren, tek adamın ‘kararname’ adı altındaki buyruklarının kanun yerine geçebildiği, tek adamın kendi başına hukuk yaratabildiği bir ülkedeki anayasa olsa olsa sözde bir anayasa olabilir, gerçekte ise orada bir anayasanın varlığından söz edilemez” deniyordu. 24 Haziran seçimleri sonrası yayımlanan cumhurbaşkanlığı kararnameleri bunu net bir şekilde ortaya koymuş durumdadır, kararnamelerde çok sayıda anayasaya aykırı düzenleme vardır ama bunu denetleyebilecek herhangi bir mekanizma yoktur. Dolayısıyla “Bugün Türkiye’de anayasa yoktur, anayasa ancak yokluğuyla var olabilmektedir” dememiz mümkün hale gelmektedir.

İkinci maddede, “Türkiye’de seçimlerin sonu gelmiştir” dedikten sonra şu iddia ediliyordu: “Anayasasız ve dolayısıyla hukuksuz bir rejime resmi olarak geçiş oylamasının, hukukun ayaklar altına alınarak yapılmasında ise muazzam bir sembolizm vardır ve bundan sonra yaşanacaklar bu sembol hadiseye bakarak tahmin edilebilmektedir.” Sahiden de 24 Haziran günü “bundan sonra yaşanacaklar”la kast edilenin ne olduğu görülmüştür. Oyunun kurallarını istediği an değiştirebilen bir rakiple, kurallar ve dürüstçe bir oyun olacağı üzerine bir garanti anlaşması yapılmamışken maça çıkılmış ve elbette ki yenilgi kaçınılmaz olmuştur. OHAL altında, devletin bütün imkânlarını kullanan bir iktidarla, medyanın neredeyse tamamı ele geçirilmişken girilen bir seçimden böyle bir netice çıkması şaşırtıcı değildir.

Üçüncü maddede, rejimin kendisini “süreklileşmiş bir olağanüstü hal rejimi” olarak kurduğu belirtilmiş ve devamında da “Anayasa değişikliklerinin hayata geçirilmesine, yani bir sonraki seçime kadar olağanüstü halin devam ettirilmek istendiği aşikardır, sonrasında kaldırılıp kaldırılmayacağını ise o günkü konjonktür belirleyecektir” denilmiştir. OHAL seçimler sonrasında kaldırılmıştır ama resmi olarak ilan edilmeden önce de nasıl ki fiili bir olağanüstü halde yaşıyorsak, şimdi kaldırıldıktan sonra da süreklileşmiş bir fiili olağanüstü halin devam edeceği görülebilmektedir.

Dördüncü maddede “Yeni rejimin kendi insan tipini, kendi ‘makbul vatandaş’ını yaratma projesi açıkça çökmüştür” denildikten sonra kapsayamadığı kesimlerin genişlediği, dindarların ve milliyetçilerin bir kısmının da rejim inşasına “hayır” dedikleri söyleniyordu. Seçimlerde başkanlık ilk turda kazanılmışsa da, burada alınan oyun referandumdaki “evet”le hemen hemen aynı olduğu, “Cumhur İttifakı”nın, yani AKP-MHP blokunun oylarının ise % 60’lar seviyesinden % 53’lere indiği, iktidar partisinin oyunun ise % 42’ye kadar gerilediği görülebilmektedir. Bu da rejimin halen toplumun yarısı nezdinde meşruiyetini tesis edemediğinin ve kaçınılmaz olarak hegemonya krizi yaşamaya devam edeceğinin bir göstergesidir.

Beşinci maddede üç büyük şehirdeki, kıyı kentlerindeki ve Doğu’daki “hayır”lara bakılarak “Kentlileşme arttıkça, sanayileşme arttıkça, eğitim oranı arttıkça, rejime ‘hayır’ deme oranı da artmaktadır. Dahası, genç nüfus arasında ‘hayır’ diyenlerin oranının hayli yüksek olduğu görülmektedir” denilmiştir ki, bu tablo 24 Haziran’da da aşağı yukarı aynı kalmıştır. İktidar partisinin kapsayamadığı kesim, ülkenin en eğitimli, en genç, yüzü dünyaya en dönük yurttaşları olmaya devam etmektedir.

Altıncı maddede “Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin sağcılığı, liderlik kapasitesinden yoksunluğu ve basiretsizliği referandum süreci boyunca ve seçimin hileli olduğunun anlaşılmasından sonraki tutumuyla bir kez daha açığa çıkmıştır” denildikten sonra kurulacak bir merkez sağ partinin CHP’yi ciddi olarak yıpratacağından söz edilmiştir. İYİ Parti ve Akşener seçim boyunca beklenen performansı gösterememişse de şu açıktır ki CHP’den bu partiye kayan oylar, AKP ve MHP’den kayanlarla hemen hemen aynıdır, hatta belki daha da fazladır. Yani sağcılık CHP’ye hiçbir şey kazandırmamış, bilakis kaybettirmiştir.

Son maddede ise şöyle denilmiştir: “Yedincisi ve son olarak söylenmesi gereken şey, Türkiye’de bağımsız sol bir özne yaratmanın ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaç olduğudur.” Bu bağımsız öznenin yaratılamadığı bir konjonktürde, insanlar, özellikle Gezi kitlesi, yine politize olmuş, umutlanmış, heyecanlanmış ama bu kitleye güçlü ve örgütlü bir alternatif sunulamamış, söz konusu kitlenin arayışlarına cevap verilememiştir.

O halde ortada, anayasasız, tek adamlık üzerine kurulu, süreklileşmiş olağanüstü hale dayalı, hegemonya tesisinde zorlanacak, toplumun önemli kesimlerini kapsayamayan bir rejim, bir de sağcılaşmış ve iç meselelerine gömülmüş bir ana muhalefet partisi bulunmaktadır. Muhalif kitlelerin arayışlarıysa sürmektedir. 16 Nisan’dan farklı olarak, mevcut tabloya bir de yaklaşmakta olan ekonomik kriz eklenmelidir. Böylesi bir kriz konjonktürü, sözünü ettiğimiz sol öznenin inşası için bir fırsat olarak değerlendirilmeli, sol Türkiye siyasetinde güçlü bir aktör olmalıdır. Çıkış oradadır.