Evet cephesi resmi olarak kazandığı seçimi moral üstünlüğe ve siyasi bir zafere dönüştürememenin krizini yaşarken, hayır cephesi sahada kazandığı zaferin ve moral üstünlüğün resmi sonuçları değiştirmeye yetmemiş olmasının krizini yaşıyor. Bu ise iki cephenin başını çeken partiler üzerinden düzen siyasetinin krizine dönüşüyor. Rejim değişikliği anayasal statüye kavuşmuş olmasına rağmen anayasal düzenlemeler henüz yürürlüğe girmedi ama düzenin daha şimdiden ciddi kırılmalara, krizlere gebe olduğu görülebiliyor.

İktidar partisinin krizinin çeşitli boyutları var. Cemaatle birlikte devletin çözülüşüne ve hukukun ortadan kaldırılmasına birlikte imza attılar, 15 Temmuz sonrası ise “Cemaatle mücadele” adına bütün bir devlet aygıtı çökertildi, devlet giderek kurumsal bir görünümden çıkarak şahsileşti, tek bir adamın şahsında temsil edilir hale geldi ve şahsi ilişkiler belirleyici olmaya başladı. Bugün Türkiye’de sözcüğün bilindik anlamıyla bir bürokrasiden, bürokratik işleyişten bahsetmek mümkün değil. Egemenliğin mekânının Saray olması ve kullanımının da tek bir kişiye doğru daralması, yani gücün tekelleşmesi, bizzat iktidar partisinin hayalindeki devletin, yani toplumu tüm gözeneklerine kadar kontrol etmeyi hedefleyen bir yönetim anlayışının kurulmasının önündeki başlıca engel ve bunun sonuçlarını ileride göreceğiz.

Krizin diğer boyutunu anlamak için ise küresel siyasete ve bununla bağlantılı ideolojik dönüşümlere bakmak gerekiyor. İktidar partisi, yaptığı son seçimin meşruiyeti uluslararası arenada hemen hiç kimse tarafından kabul edilmeyen İhvan rejimlerinin son kalesi olarak varlığını devam ettiriyor ama Ortadoğu’nun geleceğinde İhvancılığın olmadığının da farkında; tam da bu nedenle aks değiştirmeye çalışıyor. Artık kimse Mursi’nin adını anmıyor, Rabia “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan”a çoktan dönüştü, İsrail’le yakınlaşma sürüyor, Filistin bir hamaset edebiyatından ibaret, Mısır darbesini destekleyen petrol şeyhlikleriyle aradan su sızmıyor ve Suriye’ye yönelik emperyal hevesler Rusya’nın ayarı neticesinde büyük ölçüde törpülenmiş durumda. Bunun içeriye yansıması ise elbette ki “Dava ne oldu” sorusunda somutlaşıyor. İslamcı-Pelikancı kavgası denilen şey, bir çıkar savaşı olmakla birlikte, esas olarak “dava”nın satılmış olmasıyla da bağlantılı ve “Reis” de, “Tekkeye mürit aramıyoruz” diyerek bu kavgadaki safını az çok belli etmiş durumda. Bu dava krizinin nereye evrileceğini hep beraber göreceğiz.

CHP’de ise tipik bir “Hasmınla mücadele etmezsen kendi içinde kavgaya düşersin” durumu yaşanıyor. Kılıçdaroğlu’nun toplumun en az yüzde ellisinin öfkesini akıtacak herhangi bir mecra bulamaması ve bilerek tercih ettiği pasif siyaset anlayışı, kaçınılmaz olarak kendisini hedef haline getiriyor ve “Yüzde 49’un sahibi biziz” iddiasının taşınmasına dair tek bir adım dahi atılmamış olmasının neticesinin bugünkü manzara olduğu görülebiliyor. Referandum sonrası yaptığı tek somut iş Fikri Sağlar’ın ihraç kararı olan bir parti için bunlar daha iyi günler. Baykal’ın 80 yaşında hâlâ hırslarının kurbanı olarak bugünden başkanlığa oynamaya kalkışması, Selin Sayek Böke’nin “sine-i millet” açıklamasının istifayla neticelenmesi, Muharrem İnce’nin çıkışı ve tabandaki ciddi hoşnutsuzluk, CHP’nin krizinin derinleşeceğinin işaretleri olarak karşımızda duruyor.

Çoktandır bir kriz yaşayan MHP’de ise referandum sonuçları bunu tescillemiş görünüyor. MHP tabanının ezici bir çoğunluğu sandığa gidip “Hayır” dedi ve Bahçeli bunun kendisi açısından bir kâbus olduğunu bildiği için Saray’a giderek daha fazla yanaşıyor. Akşener-Özdağ-Oğan üçlüsünün yapacağı hamleler MHP’nin ve Bahçeli’nin kaderini belirleyecek. Parti içi mücadelenin pek de mümkün görünmediği bir konjonktürde, yakın zamanda yeni bir milliyetçi partinin, büyük ölçüde merkez sağ söylemi kullanarak siyaset sahnesine çıkması ve hem iktidar partisinden hem MHP’den ve hem de CHP’den oy çalması şaşırtıcı olmayacak, merkez sağın başkan adayı da büyük ihtimalle bu partinin ve müttefiklerinin adayı olarak sahnedeki yerini alacak.

Siyasal partilerin ideolojik-politik krizine önümüzdeki günlerde bir de yapısal kriz eklenecek, çünkü genel seçimlerin cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte yapılacağı, cumhurbaşkanı adaylarının illa parti genel başkanı ya da partili olması gerekmediği, yardımcıların ve bakanların parlamento dışından seçecekleri bir konjonktürde, Meclis’le birlikte siyasi partilerin varoluş nedenleri de ciddi bir sorgulamaya uğrayacak.

Düzen siyasetinin ve aktörlerinin krizi, toplumsal apolitikleşmeyi derinleştirebileceği gibi, toplumun düzen dışı alternatiflere yönelmesine ve sol bir siyasi öznenin yükselişine de alan açabilir. Bu ise ancak doğru politik müdahalelerle mümkün olacaktır. Yeni bir siyasi özne doğru müdahalelerle inşa edilebileceği gibi, öznenin inşası müdahalelerin doğruluğunu ve etkisini de artıracaktır. Önceliği “Hayır” diyen toplum kesimlerine ve coğrafyaya veren, onların dertleriyle dertlenen, onlarla hemhal olan, oralarda güç biriktirmeye çalışan bir siyaset, bu inşayı kolaylaştıracak, müdahaleleri daha olası hale getirecektir.