16 Nisan’da “evet” diyenler, onunla birlikte ve dolaylı bir şekilde Trump’a, Putin’e, Farage’a, Le Pen’e, Orban’a, Hofer’e (vb) de oy vermiş olacaklar.. Kuşkusuz hiç de istedikleri bir şey olmamalı

16 Nisan oylaması ve tarihi  arka planı PLEBLER, PLEBİSİT, MÜSTEBİT..

Önce adını doğru koyalım: 16 Nisan’da sandıklara bir «Referandum» için değil, bir «Plebisit» için gideceğiz. Ortada bir «Anayasa» metni bulunsa bile, aslında 16 Nisan’da bir şahsı, bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ı oylayacağız. Zaten geniş yetkileri olan bir cumhurbaşkanını bu kez çok daha geniş yetkilerle donatacak tasarıya «Evet!» ya da «Hayır!» diyeceğiz. Kaygı uyandırıcı bir oylama! Tüm plebisitler gibi..

•••

Plebisit, dedik! Adı üstünde, bizim icadımız değil; tarihte uzun bir geçmişi var. Başlangıçta Roma Cumhuriyeti’nde «Pleb Meclisi»nin kararlarına verilen isimdi. Azınlıkta olan Patrici’ler bu kararları tanımasalar bile, yok da sayamıyorlardı. Zaten daha sonra kabul edilen bir kanunla onlar da Pleb kararlarına uymak zorunda kaldılar.

Eski Roma’da sınıf kavgası «Pleb»ler (Avam) ile «Patrici»ler (Havas) arasında cereyan ediyordu. «Eşya» statüsündeki köleler bu kavganın dışındaydı. Ne var ki dikta heveslileri otoritelerini tesis için mutlaka ‘pleb’lere dayanmak zorundaydılar. Örneğin patrici kökenli Jül Sezar da rejimini (Sezarizm) bu şekilde kurmuştu. Bu süreçte plebisit, iktidarı legal ya da illegal yollarla ele geçiren demagoglar için muhalefeti yok etme aracı oluyordu.
Doğu Roma’nın mirasçısı olan Osmanlı Devleti’nde de Pleb-Patrici çelişkisi, yüzyıllarca «Avam-Havas», «Reaya-Beraya» ve de «Milleti Mahkûme-Milleti Hakime» karşıtlıkları şeklinde yaşandı. En altta –ve kavganın dışında- da «köleler» (rikkiyyet) bulunuyordu.

•••

Modern çağlarda «plebisit»in en çarpıcı örneği Fransa’da, Louis Bonapart’ın darbesi ile yaşandı. Kendisi cumhurbaşkanı idi, fakat 1848 Anayasası tekrar seçilmesini pratik olarak imkansız kılıyordu. Meclis’te «İmparatorluk» yanlısı bir gurup yoktu ve çoğunluğu Orleans ve Bourbon hanedanları üzerinde anlaşamayan monarşist vekiller teşkil ediyordu. Louis Bonapart bu koşullarda köylü sınıfına dayanarak ve «pleb»lerden oluşan «10 Aralık Derneği»ni de kullanarak bir darbe yaptı; sonra da bir «plebisit»le kendisini «imparator» ilan etti. 20. yüzyıldaki faşizm tartışmalarını önceleyen «Sezarizm» tartışmaları böyle başladı. 1851’de Fransa’da modern Sezar «hakkını» almıştı! Yıllar sonra George Clemenceau bu tür rejimleri şöyle özetleyecektir : «Sezar’ın hakkı Sezar’a… ve herşey Sezar’ın hakkı!»..

•••

Osmanlı Devleti zaten bir imparatorluktu ve bünyesinde hiçbir zaman «cumhuriyetçi» bir akım doğmadı. Uzun süren bir fütuhat dönemi sınıf çelişkilerini gizlemiş, fiktif de olsa bir «toplumsal ahenk» görüntüsü yaratmıştı. Bu yüzyıllarda, klasik örneğini Kınalızade’de bulan «Daire-i Aliye» anlayışı bir çeşit ideolojik kılıf işlevi gördü. Oysa daha 15 ve 16. yüzyıllarda Batı Akdeniz kıyılarında filizlenen kapitalist üretim ilişkileri giderek Doğu’daki düzeni de sarsmaya başlamış ve «pleb» sözcüğüne yeni bir anlam kazandırmıştı. Batı’da yeni doğmakta olan iki modern sınıfın dışında kalan ve ne burjuva ne de proleter olamadan şehirlere yığılan insanlara artık «pleb» deniliyordu. Engels, Almanya’daki köylü savaşlarını çözümleyen eserinde, bunları “resmi toplumun tamamen dışında kalan tek sınıf” olarak nitelemiştir.

•••
16-nisan-oylamasi-ve-tarihi-arka-plani-plebler-plebisit-mustebit-249740-1.
Osmanlı “pleb”lerini fetret döneminde toprağını kaybetmiş sipahilerin, açgözlü subaşı ve kadıların peşine takılan “Celali”ler teşkil ettiler. İstanbul’da da bunların en önemli kesimini, işsiz güçsüz ayak takımı ile hamal, saka, kayıkçı, dilenci gibi marjinal kategoriler oluşturuyordu. Yeniçeri ocakları iktisadi sıkıntı ve despotik uygulamalara karşı ayaklanırken bunları da yanlarına almaya çalışırlardı. Daha sonra da Yeni Osmanlılar, Saray’dan Babıali’ye kayan mutlak iktidara karşı savaşlarında, kalem efendilerinin yanı sıra medrese öğrencilerini (“suhte”leri) ve “pleb”leri de seferber etmeye çalıştılar. Temel ideolojileri, iktidarın yozlaştırdığı dine karşı “Gerçek İslam” idi.

Yeni Osmanlılara göre “Gerçek İslam”da “hürriyet” de vardı; “adalet” de, “meşveret” de! Dinin “terakki”ye aykırı hiçbir tarafı yoktu. “İslam imiş devlete pâ-bendi terakki; evvel yoğ idi, işbu telakki yeni çıktı!” diyordu Ziya Paşa! Yeni Osmanlıcılıkla Tanzimatçılığın en ileri yönlerini şahsında birleştiren Mithat Paşa da böyle bir İslam anlayışına dayandı. Meşrutiyet Anayasası’nı Abdülhamid’e ve medreselilere böyle bir İslam idealiyle kabul ettirdi!

•••
I. Meşrutiyet çok kısa sürdü. Savaş partisi kazanmış, Mithat Paşa ve yandaşları yenilmişlerdi. Aslında Abdülhamid’e değil, İngilizlere karşı yenilmişlerdi. Daha doğrusu, Osmanlı dostu İngiliz Elçisi Layard’ın uyarılarına rağmen, halktaki algı bu idi: “Hain Albion” kendilerini Ruslara karşı kışkırtmış, sonra da cephede “Moskof”la baş başa bırakmıştı.

Aslında Mithat Paşa savaştan kaçmıyordu; fakat o, ‘ıslahatı ancak kendimiz, gayrimüslimlerle ortak bir vatandaşlık statüsü yaratarak yapabiliriz’ derken, Abdülhamid, Osmanlıları Avrupa’dan kovmaya kararlı Lord Salisbury ile görüşmeler yapıyor ve onu Mithat Paşa’ya karşı kışkırtıyordu. Berlin Elçisi Ethem Paşa’yı da bu amaçla İstanbul’a çağırmış ve görüşmelere aracı yapmıştı. Niyeti açıktı; savaşın sorumluluğunu Mithat Paşa’ya ve ıslahatçılara atacaktı. Kaldı ki daha savaş çıkmadan Mithat Paşa’yı azletmiş ve sürgün kararı almıştı. Sürgün gemisi Mithat Paşa’yı Çekmece koyunda beklerken, Osmanlı devleti de tarihi anlar yaşıyordu. O yıllarda olayları yakından izleyen Marx, bu sürgün hakkında, “bir krizin zirvesinde devrimci bir tavır almasını bilmeyen bir halk kaybolmuş demektir” diyecektir.

Aslında Osmanlı Devleti 1918’de değil, daha o tarihte çökmüştü. Boğaz kıyılarında ince diplomasi yürüttüğünü sananlar, 1895 yılında İstanbul’u Ruslara veren ve Dünya Savaşı’na temel teşkil eden gizli anlaşmadan, ancak 1917 Devrimi’nden sonra, Lenin’in bunu bir “eşkıyalık anlaşması” olarak açıklaması ile haberdar oldular.

•••

93 Harbi, uğranan yenilgi ve kaybedilen topraklar Müslüman halkta “Moskof”a olduğu kadar Batı’ya ve Tanzimat’a karşı da nefret duyguları uyandırdı. Abdülhamid’in “başarısı”, “istibdat”ını bu nefret duyguları üzerine kurmak ve İslam’ı da bu yolda seferber etmek oldu. Bunun için “oy sandıkları” kurulmadı; fakat kurnaz Hakan’ın kendine özgü “plebisit”i de buydu. Böylece, “Ulu Hakan” yönetiminde, İslam ile istibdat giderek özdeşleşmeye, madalyonun iki yüzünü simgelemeye başladılar. Bu İslam, siyasal bir İslam’dı; gerekli güce ve donanıma dayanmadan, Alman emperyalizmine payanda olarak “İslam Alemi”ndeki gücünü koruyacağını sanan hayali bir İslam’dı. Oysa sonunda düşle gerçek birbirine o kadar ters düştü ki, Mizancı Murat gibi genç yaşta Dağıstan’dan kaçarak “özgür bir İslam ülkesi” diye Dersaadet’e sığınan mücahitler bile zulme dayanamayarak ülkeden kaçtılar. Yıldız’da Mabeyn kâtibi olarak Sultan’ı yakından izleyen İ. M. Mayakon’un dediği gibi, “Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset işiydi” ve kendisi için “İmparatorluğun tek bir manası vardı: Nefsi Hümayun!”. Bunu korumak için de mevcut ordu ve zabıta kuvvetleri yetersiz kalınca, “Hamidiye Alayları” gibi kendi halklarına korku salan pleb birlikleri devşiriliyordu. Üstelik ordu, zabıta ve paramiliter (pleb) güçler dışında Sultan’ın elinde çok kuvvetli bir silah daha vardı: Hazineyi Hassa.

•••
“Hazineyi Hassa”, Abdülhamid’in özel bütçesiydi ve Sultan bunu bir “nezaret” şeklinde yeniden yapılandırarak başına da “paşa”lığa yükselttiği Agop Efendi’yi getirmişti. Servetinin yaratıcısı olan Agop Efendi, daha sonra da bu serveti her türlü yola başvurarak hızla artırdı. Satın almalar, işlenmeyen beylik topraklara el koymalar, müsadereler, gasplar.. bu yolda her türlü araç mubahtı. Böylece Hazine-i Hassa Nazırlığı, giderek resmi devlet bütçesinin onda birine yaklaşan bir “varlık fonu”nun yönetimi haline geldi. İçeriği, milyonlarca hektarlık araziden oluşan “Çiftlikhat-ı Hümayun” dışında, köşk ve konaklar, Ereğli kömür gelirleri, liman işletmeleri ve ticaret gemileri, hassa arazi ile ilgili gümrük gelirleri, Musul petrol hisseleri, Hereke kumaş fabrikası gibi çeşitli kalemlerden oluşuyordu.

•••
“Devlet içinde Devlet” haline gelen bu Nezaret’in iki özelliği dikkati çekiyordu. Birincisi şuydu: Emlak vergisinden muaf olan Çiftlikat-ı Hümayun, Ruslara savaş tazminatının ödenmeye başlandığı yıldan itibaren, Devlet’e borçlu olduğu aşar ve ağnam vergilerini de Hazine-i Hassa adına toplamaya başlamıştı. Bu “önlem”e işaret eden F. Georgeon, Sultan Abdülhamid başlıklı kitabında, “Sultan’ın Osmanlı maliyesine karşı tıpkı yabancıların yaptığı gibi davranması çok çarpıcıdır; özellikle de Düyun-u Umumiye İdaresi gibi, Devlet gelirlerini çekip tam anlamıyla kendisine aktarmaktadır” demektedir.

Hazine-i Hassa’nın dikkati çeken ikinci özelliği de şuydu: Bu özel bütçenin en önemli kalemini oluşturan Çiftlikat-ı Hümayun esas itibariyle Anadolu ve Mezopotamya’daki topraklardan oluşmaktaydı. Bu noktaya da işaret eden Georgeon, “Sultan, Anadolu ve Mezopotamya’da, Bursa, Aydın, Konya, Şam’da toprak edinerek İmparatorluğun Asya’ya çekilişine hazırlık mı yapmaktadır?” diye sormaktadır. Gerçekten de daha 1830’larda Osmanlı Devleti’ne gelmiş olan Alman subayı Moltke, bir mektubunda “Türkler Avrupa yakasında kendilerini evlerinde hissetmiyorlar” demiş ve varlıklı İstanbulluların “karşı tarafta” toprak aldığına işaret etmişti. Oysa 1880’lerde, kendisinden bu korkuları yenmesi beklenen Sultan, aksine kendisi “örnek” oluyor ve Asya’ya yatırım yapıyordu. Yine de yönetici zümre, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’ndaki sözleriyle, her yere ‘bizim’ demeye devam etti: “Şam, evimiz kadar bizim; Lübnan, bahçemiz kadar bizim (...) Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk!” Kısaca “bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk!”. Kuşkusuz hayali bir tarih hissi ile...

•••
“Realite hissi” bu ülkeye, bir ölüm kalım savaşı olan Kurtuluş Savaşı ile girdi ve laik Cumhuriyet de yine bu “realite hissi” üzerine kuruldu. Aslında bunu mümkün kılan Kemalizm’in dikta yöntemleri değildi; dini, istibdat ve zulüm aracı olarak kullanan Abdülhamid’in “siyasal İslam”ına duyulan tepkilerdi. Bu zulümden yurt dışına kaçmış olanlar, örneğin Abdullah Cevdet gibi, daha 1890’larda Abdülhamid’i “dinsiz” ilan ediyorlardı. Materyalist felsefe de (L. Büchner, Félix Isnard, Karl Vogt vb) o yıllarda Osmanlı aydınlarını etkilemeye başladı. Meşrutiyet’te ise skolastik düşünce, irtica, medrese eğitimi gibi sorunlar en çok tartışılan konular oldu. Bu yıllarda dini aşağılayan yayınlar yapıyor diye İçtihat Dergisi kapatılmış, Ziya Gökalp de bir şiiri yüzünden dinsizlikle suçlanarak yargılanmıştı. Geçelim Tevfik Fikret ve “Tarihi Kadim”ini, onun baş hasmı Mehmet Akif gibi muhafazakâr bir şair bile “istibdat”ı kınayarak dini zulümden ayırmaya çalışıyordu. “İstibdat” başlığını taşıyan ünlü şiiri, “Yıkıldın gittin amma ey mülevves (kirli) devr-i istibdat; bıraktın milletin kalbinde çıkmaz mülevves bir yâd!” dizeleriyle başlar. Aynı yıllarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yobazlarla alay eden romanları da halkın en alt tabakalarına kadar ulaşıyordu. Eğer böyle bir manevi zemin olmasaydı, saltanat ilga edilirken Atatürk asla bir Meclis sırasına çıkarak, “Hakimiyet ve saltanat hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez, kudretle ve zorla alınır” diyemezdi..

•••
Devrim kanunları, çok partili rejime geçiş, darbeler arasında kör topal ilerleyen demokrasi.. Aradan yüz yıl geçti. Sanıyorduk ki, laik cumhuriyet artık yerleşti, devrim ilkeleri etrafında ulusal bir konsensüs oluştu. Ne büyük yanılgı! Kim derdi ki yüz yıl sonra tekrar başa döneceğiz ve saltanat hayalleri içinde, siyasal İslam giysileriyle sunulan bir “istibdat”ı onaylamaya çağrılacağız: Siyasal İslam; yani şahsi ve samimi inanç ilkeleri olmaktan çıkmış, “reel politika”nın aracı haline getirilmiş bir İslam! Tıpkı Abdülhamid döneminde olduğu gibi! Bu konuda hala tereddütü olanlar varsa, onlara da son aylarda yaşananları hatırlamalarını öneririm: ABD’de İslam’ı din saymayan, Müslümanları ülkeye sokmak istemeyen bir ekip iş başına geliyor; buna bizzat Amerikalılar bile isyan ediyor; mahkemeler yasak kararını iptal eden hükümler veriyor; Türkiye’den itiraz yok! Ya da itiraz sesleri daha çok “laik-laikçi çevreler”den yükseliyor. Hiç akla gelir miydi? İktidar ise gözlerini umutla Beyaz Saray’a çevirmiş, oradan yollanan CIA Başkanı ile görüşmeler yapıyor ve bu da “Mr. Pompeo, ilk yurtdışı seyahatini Türkiye’ye yaptı!” diye övgü konusu oluyor! İşte 2017 yılında Türkiye’nin varmış olduğu nokta budur! Ve 16 Nisan’da sandıklara tam da bu durumu oylamaya gideceğiz.

•••
Aslında bu oylama, 2008 krizinin hala aşılamamış olduğu ve pleblerin korku, güvensizlik ve bilgisizlik içinde sokaklara döküldüğü bir ortamda, uluslararası bir boyut da taşıyor: 16 Nisan’da “evet” diyenler, onunla birlikte ve dolaylı bir şekilde Trump’a, Putin’e, Farage’a, Le Pen’e, Orban’a, Hofer’e (vb) de oy vermiş olacaklar.. Kuşkusuz hiç de istedikleri bir şey olmamalı.. Ne var ki bu manevi çöküntü ortamında Trump’tan başka tutunabilecekleri dal da kalmamış görünüyor. Ne diyelim? Siyasal İslam ile reel politikanın “istibdat” dansı.. Ne yazık ki bu gibi danslarda kabak, sonunda hep halkın ve “pleb”lerin başına patlıyor..