Süreci daha iyi anlayabilmek ve fikri takip adına, birisi sekiz, diğeri ise dört yıl önce yazılmış iki yazımı hatırlatacağım öncelikle. 2009 yerel seçimlerinin ardından Sendika.org’a yazdığım “Türkiye hâlâ mümkün” adlı yazıda şöyle bir değerlendirmede bulunmuştum:

“AKP Trakya bölgesini ve Ege sahil şeridini, tasfiye etmek istediği Cumhuriyet’e sahip çıkan kitlelerin CHP’ye verdiği oylarla ve Kürt illerini de tasfiye etmek istediği Kürt hareketine sahip çıkan kitlelerin DTP’ye verdiği oylarla yitirmiş durumdadır. (…) Her iki kesim de AKP’nin hegemonya projesine güçlü bir direnç oluşturmayı başarmış durumdadır.”

2014 yerel seçimlerinin ardından BirGün Pazar’da yayımlanan “Türkiye’nin iki yakasını bir araya getirmek” isimli yazıda ise ortaya çıkan tabloya dair şunları söylemiştim:

“2014 yerel seçimlerinde, beş yıl önceki tablo, yani siyasal/toplumsal/ahlaki düzlemde üçe ayrılmış Türkiye tablosu, aşağı yukarı aynı kaldı; üstelik daha derinleşmiş ve kalıcılaşmış bir veçheye büründü. AKP, bütünşehir yasası sayesinde kimi yeni yerler kazandıysa da, en genel haliyle söylendiğinde, Ege-Akdeniz kıyı şeridi CHP’de, İç Anadolu AKP’de ve Kürt coğrafyası ise BDP’de kaldı.”

16 Nisan, bu iki yazıda sözünü ettiğim parçalanmışlık manzarasının net olarak kalıcı bir hal aldığını gösteriyor. Türkiye tam ortasından “Evet” ve “Hayır” diye ikiye ayrılmış olmakla birlikte, siyasal coğrafya ve kimlik açısından bakıldığında bugün karşımızda “üç Türkiye” ve “üç ulus” olduğunu söyleyebiliriz. Doğuda Kürt coğrafyası ve “Kürt ulusu”, batıda Ege kıyı şeridi, iç Ege’nin bir bölümü ve Trakya’da mukim “Cumhuriyetçi ulus” ve bu ikisinin ortasında İç Anadolu’yu, Karadeniz’i ve Doğu Anadolu’nun iç kısımlarını kapsayan coğrafyadaki “evetçiler”, yani “millet”. Bu manzaraya, ikisinden de “Hayır” önde çıkmış olmakla birlikte, en büyük şehirler olmalarından kaynaklı istisnai durumlarıyla İstanbul’u ve Ankara’yı şu şekilde dahil etmek gerekiyor: İstanbul’un siyasal coğrafyasında üç ulus da yerini almış durumda, Ankara’da ise Kürt nüfus fazlaca olmadığından iki uluslu bir manzara söz konusu.

Elbette ki, “Hayır” çıkan illerde “Evet” diyenler ve “Evet” diyen illerde “Hayır” diyenler yaşıyor, kimi illerde bu oranlar birbirine çok yakın, kimilerinde ise uzak. Ayrıca, ortaya çıkan sonuç değişmez bir “öz”e işaret etmiyor, bugün “Hayır” diyenlerin bir kısmı belki de ilk seçimlerde iktidar partisine oy verecek ya da bugün “Evet” diyenlerin bir kısmı iktidar partisi dışında bir partiyi tercih edecekler. Bunu siyasal mücadeleler, gelişmeler ve konjonktür belirleyecek.

Ancak yine de yerleşmiş ve önümüzdeki en az beş on yıl boyunca ana hatları aşağı yukarı aynı kalacak bir siyasal coğrafya ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliyoruz. Ege kıyı şeridinden Akdeniz’e uzanan ve iktidarın hegemonyasını kuramadığı coğrafya, MHP’lilerin “Hayır” oylarıyla iç Ege’ye de uzanacak şekilde bir görünüm arz ediyor ve buradaki Cumhuriyetçi direncin kırılması pek mümkün görünmüyor. Kürt coğrafyasında ise onca şiddete, yıkıma, baskıya, Barzani’yle işbirliğine rağmen Kürt hareketinin hegemonyasını devam ettirdiği ve bundan sonra da ettireceği görülebiliyor. Yeni rejim ve hegemonya projesi bu iki coğrafyada duvara toslamış durumda.

“Ne yapmalı” sorusuna yanıt verebilmek için bu “üç Türkiye” ve “üç ulus” manzarasını, bu siyasal coğrafyayı baz almak gerekiyor. Açıkça söyleyelim, Kürt coğrafyasındaki “Hayır”ların bir sahibi var: Kürt siyasi hareketi. Dolayısıyla o “Hayır”ların nereye evrileceğini, içeride ve dışarıda Kürt sorununun nereye evrileceği belirleyecektir. Batıdaki “Hayır”ların siyasi temsilciliğini kimin üstleneceği ise verilecek siyasi mücadeleye bağlı olacaktır. CHP yönetimi “Ülkede merkez sağ boşluğu var” diye saçmalayıp oraya oynamaya çalışadursun, “Hayır”ın önemlice bir bölümü hem Akşener-Oğan-Özdağ üçlüsüne, hem de AKP içerisinden çıkması muhtemel yeni bir merkez sağ partiye dağılacaktır. Bu ise otomatik olarak (bölünme ihtimali de göz önüne alınması gereken) CHP’nin % 20’lerin altına inmesini beraberinde getirecektir. Seçimin şaibeli niteliği ve oyların korunamamış olmasının ise “Hayır” diyenlerin bir bölümünü siyasetten uzaklaşmaya itebileceği göz önüne alınmalıdır.

Türkiye solu böylesi bir manzarada, hedef kitle olarak Trakya’dan Akdeniz’e kadar uzanan hattı, iki büyük şehri ve onların merkezlerindeki eğitimli, genç, kentli, öğrenci, işsiz/çalışan kitleyi hedef almalı, o kitleyle Gezi’de, 7 Haziran’da ve referandumda yakalanan bağlantı noktalarını, ilişki zeminlerini, söylem ve eylem biçimlerini nasıl geliştireceği, buradan düzen siyasetinin dışında bir alternatif seçeneği nasıl çıkaracağı üzerine kafa yormalıdır. Seçimlerin, partilerin ve düzenin ciddi bir meşruiyet kaybına uğradığı, rejimin otoriter niteliğinin ise anayasal bir statüye kavuştuğu konjonktür, bu alternatifi oluşturmak için sola ciddi bir fırsat vermektedir.