Akademinin özgürleşmek için daha çok kan kaybetmesi gerekiyor olabilir ama ben ve benim gibiler ne bilimimizi ve bilgimizi ne de onca yıllık emeğimizi silip atmış değiliz. Ne olmuş yani sömürüye biat etmediysek?

1900'lerin Patent Ofisi, 2000'lerin Google'ı

Dr. H. Tuğça ŞENER

Büyük büyük ninemiz “kız olursa adını Huri koyun” demiş benim için. Ne kadar güzel bir isim olsa da Huri’yi hep H. olarak kullandım; taa ki akademiden ayrılmaya karar verip bir beyaz yakalı olarak yeni işime başladığım güne kadar. Nisan ayından beri home-ofis çalıştığım masada “İyi günler ben Huri, Google’dan arıyorum” diye başlıyor günüm. Akşam 6’ya doğru mesaim bittiğinde 1-2 saat ara veriyorum, yatağa uzanıp sevdiğim podcastleri dinliyorum. Akşam yemeğinin ardından masanın diğer tarafına geçiyorum, 1 Ekim’de bıraktığım yerden, TESS uzay teleskobunun verilerini kullanarak yazdığımız son makaleye devam etmek üzere. Akademiden ayrılma nedenlerim bir yana, ayrıldıktan sonra yaşadığım ferahlama ve özgürlükten bahsedeceğim bugün size. Çünkü bu sadece benim hikâyem değil. Günümüzde birçok akademisyen çeşitli nedenlerle akademiye ara veriyor veya veda ediyor. Ne ilk ne de son olduğumu, aksine akademiye alternatif bulmuşlar havuzunda bir damla olduğumu bilerek, beni şaşırtan bazı şeylerden bahsedeceğim size; örneğin akademiden ayrılmanın akademik çalışmayı nasıl daha temiz, objektif ve güvenilir kılabildiğinden.


Makale dayatması

Son yıllarda hem bizzat deneyimlediğim hem de tanık olduğum sorunlar arasında ilk sırada akademisyenlere dayatılan makale sayısı derdi var. Dünya’nın hiçbir yerinde “Bir yılda şu kadar makale yayımlaman lazım” stresini yaşamamış bir akademisyen olduğunu sanmıyorum, hiçbir bilim dalında. Hal böyle olunca alelacele yazılan makaleler mi istersiniz, katkısı olmadığı makaleye adının eklenmesini talep edenler ve böylelikle birbirine makale sayısı kazandırarak destekleşenler mi, tek yayında çıkacak içeriği ikiye bölenler ve hatta analizlerini kontrol etmeden sonuçları yayına gönderip “sorun çıkarsa düzeltme yayınlarız” diye şark kurnazlığı yapmaya çalışanlar mı? Tabii bu durumda “acaba makaleyi yayınlamadan önce şu işlemleri bir daha kontrol etsek, bir de bu yöntemle deneyip emin olsak mı?” diyenleri kimse sevmiyor. Bunların üstüne 7/24 çalışmanız, 3 iş yap dediklerinde 5 iş çıkarmış olmanız da yetmez, ağzınızla kuş tutsanız kanadı beyaz değil diyenler çıkabilir. Takdir edilmek? Hafta sonu tatili? İş-yaşam dengesi? İlahi…

“Aksi, lanet adamın biriymiş” diye anılan ve akademide sevilmediği bilinen Einstein’ın neden bir üniversite enstitüsünde değil de patent ofisinde çalıştığını artık anlıyorum. Gündüzleri görüştüğüm envai türden insan ve çözmelerine yardımcı olduğum çeşit çeşit sorun bir yana, akşamları makalenin başına geçtiğimde duyduğum huzur ve hafta sonları film izlerken artık yakınımdan bile geçmeyen suçluluk duygusunun eksikliği... Tabii ki bu kararı almak da, uygulamak da hiç kolay olmadı. Uykusuz geceler, gitmek bilmeyen anksiyete atakları, ansızın gelen ağlama krizleri, benden hiç beklenmeyen sosyal fobiler ve tabii ki depresyon.

Bunca yıl boyunca akademiden ayrıldığının haberini veren her arkadaşıma biraz gönül koymuştum, yalan yok. “Akademiyi kendinden mahrum bırakamazsın, meydanı ‘böylelerine’ bırakıp gidemezsin” demiştim kimi zaman içimden, kimi zaman dışımdan. Fakat bir noktaya gelince insan görüyor ki akademi de diğer birçok iş kolunda olduğu gibi amacı ne kadar kutsal olsa, temeli ne kadar akıl ve mantığa dayansa da, işin içine insan faktörü girince kirletilebilir, yozlaştırılabilir ve sistemin çarklarından biri haline dönüştürülebilirmiş.

“Kaç haftadır bize akademide iyilikten bahsettikten sonra vereceğin haber artık akademide olmadığın mıdır?” demeyin. Söylediğim şey; akademinin kendisini var edenleri sömürmeye devam ettiği sürece daha çok kan kaybedeceği. Akademinin özgürleşmek için daha çok yol alması gerekiyor olabilir ama ben ve benim gibiler ne bilimimizi ve bilgimizi ne de onca yıllık emeğimizi silip atmış değiliz. Ne olmuş yani akademinin sömürüsüne biat edemediysek? “Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi, Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”