1915: Yok hükmündedir insanlığınız

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN @grkanoztan

Aradan bir asır geçmesine rağmen Türkiye’de 1915 üzerine konuşmak ve tartışmak halen çok zor.  Resmi anlatının çerçevesi dışına çıkan her akademik çalışma, her yorum ve her vicdani ve siyasi duruş, ülkenin sosyo-politik ikliminde “vatana ihanet” ile özdeş kılınmaya devam ediyor. Bu konuda saldırgan ve reaksiyoner bir hat benimseyenler sadece Türk milliyetçileri de değil; ülkenin İslamcısı, muhafazakârı hatta kendini solda tanımlayanları dahi derhal kervana katılıyor. 1915 en hafiften deşilmemesi gereken bir yara ya da kurcalanmaması gereken bir acı olay olarak tanımlanıyor ve sıradanlaştırılmaya çalışılıyor. Bu davranış kalıbıyla uluslararası platformda sonuç elde edemeyince de öfke patlamaları ve tehditler peşi sıra geliyor. Papa’nın soykırım sözcüğünü telaffuz etmesi ve ardından Avrupa Parlamentosunun (AP) 1987’dekini hatırlatan 1915 kararı Türkiye’de yeniden benzer nitelikte şoven bir rüzgarın esmesine yol açtı. Peşinen söyleyeyim AP dahil parlamentolardan soykırım kararı geçirmenin Türkiye’nin 1915 ile yüzleşmesine bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu başka bir tartışma konusu. Aslen ülke içindeki tepkilere odaklanmak niyetim. AP kararı için bizzat ülkenin cumhurbaşkanı “bir kulağımızdan girer diğerinden” çıkar diye açıklama yaptı; AKP, CHP ve MHP ortak basın açıklamasıyla mevzubahis olan karar için “yok hükmünde” dedi. Ortak açıklamada, savaş koşullarında acı çeken diğer halklara duyarsız kalındığı ve sadece Ermenilerin acılarının yüceltildiği gibi bir ifade dahi mevcut. I. Dünya Savaşı sırasında İttihatçılar Müslüman kıyımı da yapmış haberimiz mi yok? Kastedilen savaş esnasında işgal kuvvetlerinin ve Ermeni çetelerinin yaptıklarıysa, bir devletin kendi vatandaşlarını sürgüne göndermesi ve katledilmesine yol açması ile düşman askerlerinin ya da çetelerin saldırıları arasında kategorik bir fark olduğunu görmemek sadece izan değil aynı zamanda da vicdan sorunudur. Uzağa gitmeye gerek yok, 1915 öncesinde ve sonrasında Anadolu’daki Ermeni nüfusa karşılaştırmalı bakmak dahi başlı başına yeterli. 

UNUTMAKTAN İNKÂRA 
1915’in konuşulması ve tartışılması hiçbir zaman Türkiye’nin kendi içindeki dinamiklerle mümkün olmadı maalesef. Cumhuriyet kurulduktan sonraki süreçte 1915’in mağdurları dışında kalan herkes Ermeni kıyımını unutmayı tercih etti. Yeni devlet büyük ölçüde Müslümanlaştırılmış bir Anadolu coğrafyası üzerine inşa edilmişti. Ülkede kalan Ermenilerin 1915’in hesabını soracak ne güçleri vardı ne de araçları. Halbuki bu ülkede doğmuş fakat Türkiye’nin dışında yaşamaya mecbur kalmış Ermenilerin hatıralarında 1915 çok taze, çok canlıydı. Akrabalarını, dostlarını, evlerini, kısacası tüm yaşanmışlıklarını yitirmişler ve bilmedikleri toprak parçalarına sığınmışlardı. Bir kuşak diasporada hayata gözlerini açtı ve ailelerinden 1915’in acı anılarını dinledi. Onların hatıralarında ne Anadolu’da Müslüman halkla geçen iyi günler ne de memleket hasreti vardı. Yakınlarını kaybeden ilk kuşak yas tutmayı, ikinci kuşak ise daha çok hesap sormayı tercih etmişti. İki kuşağın arasında tüm bu farka rağmen ortak olan koskocaman bir keder kuyusuydu. Diaspora Ermenilerinin bir bölümü, 1915’te yaşanan büyük kıyımı unutmamak, unutturmamak için harekete geçtiğinde Türkiye’de 1915’e dair kolektif hafıza boş bir levhaya benziyordu. Türkiye’deki yeni kuşaklar, bir nevi seçimli amnesia ile malul atalarının aksine 1915’e dair derin bir bilgisizliğe sahipti. Hatırlayıp unutacakları bir şeye de sahip değildiler! Köylerindeki yıkık kiliseleri, mezar taşlarını bir yere koyamıyorlardı; daha da beteri çoğu zaman merak dahi etmiyorlardı. Yaşlılar Müslümanlaştırılmış Ermenileri tanıyor ancak gençler onların ne olup da Müslümanlaştırıldığını bilmiyorlardı. Soykırımın 50. Yılı gelip çattığında Türkiye’deki kamuoyunun, yurtdışındaki anmalar karşısında yaşadığı şaşkınlık bundan ileri gelir. Ne sivil ve askeri bürokrasi ne de sıradan yurttaşlar neyin anıldığını idrak edecek düzeyde değildir. Ermeni soykırımının başına “sözde” iliştirme hastalığı o günlerde başlar; sözde dendiğinde sanki 1915’te olup bitenler de hiç yaşanılmamış olacaktır. 50. Yıl anmalarının gerçekleştiği merkezler Lübnan dışında genellikle Batı ülkelerindedir ve ilk o günlerde anmalara izin verildiği için Batılı ülkeleri suçlanmaya başlar. Türkiye’de kimsenin 1915 ile yüzleşme gibi bir çabası yokken “dışarıdan” gelen bu baskı, defansif-reaksiyoner tutumları inkarcı bir süreklilik çizgisinin alameti farikasına dönüştürür.  

1970’li yılların ikinci yarısında ASALA Türk diplomatlarına saldırmaya başlayınca ve bunu da 1915’in tanınması talebinin bir aracı olarak sununca Türkiye’deki inkârcı tavır çok daha kolay bir biçimde kendini meşrulaştırdı. Artık “Ermeni meselesi” bir “güvenlik” meselesidir; 1915 ile yüzleşmemek de ulusal güvenliğin gereği! Diplomatlar ve yakınları katledilirken Türkiye kamuoyunda oluşan haklı tepki, devlet ve milliyetçi odaklar tarafından manipüle edilerek 1915’in konuşulmaması ya da Ermenilerle terörün birlikte anılmasına yol açtı. Böylesi bir ortamda cesaretle konu üzerine resmi tezler dışında akademik çalışma yapacak birine rastlamak mümkün değildi.  Müesses siyasetin aktörleri tıpkı bugün olduğu gibi o gün de “dayanışma” içinde soykırımın tanınması taleplerine karşı safları sıkılaştırıyordu. Ancak bugün bildiğimiz haliyle inkârcılığın tam teşekküllü hale gelmesi 12 Eylül askeri yönetimi sırasında gerçekleşmiştir. Devlet kurumlarının yeniden yapılanmasında “Ermeni meselesi” ile baş etmek birincil amaç haline gelmişti. Dışişleri’nden Milli Eğitim Bakanlığına, YÖK’ten yargıya yeni düzen 1915’in inkârı üzerine kuruldu. Türklerin asıl mağdur olduğuna dair resmi anlatı gözden geçirildi, eklemeler yapıldı ve akabinde dört bir yandan kamuoyuna servis edildi. Artık 1915 özelinde bilmeme değil, devletin istediğini bilme aşamasına geçilmişti. Müfredata 1915 zorunlu savaş tedbiri olarak giriyor, üniversitelerde mecburi kılınan İnkılap Tarihi derslerinde “Ermenilerin yaptığı zulümler” anlatılıyordu. Dışişleri tüm diplomatik hamlelerini 1915’in tanınmasının önüne geçmeye adamışken MGK süpervizör pozisyonunda devlet kurumları arasındaki eşgüdümü sağlıyordu. 2000’lerde artık bu eşgüdüm sivil toplumu da kapsamıştı. 

MEDENİYETİMİZDE YOK!  
Türkiye’de 1990’larda resmi anlatının bu şablonunun dışına çıkanlar epey eziyet çektiler. Ancak onların açtığı kapıdan 2000’lerin ilk onbeş senesinde bir çok genç akademisyen geçti ve öncesi sonrasıyla 1915’te ne yaşandığına dair çok önemli çalışmalar yaptılar, yapıyorlar. Ancak resmi makamlar, sadece kendi “tarihçilerini” ve “tetikçilerini” dikkate almakta ısrarlı. Koskocaman kurumlar inkârcılığın fabrikasına dönüştürüldü. AKP ise bu konuda kendinden önce üretilen inkârın epistemolojik haznesini yeni Osmanlıcı, İslamcı bir ambalaja sokmaktan öteye geçmedi. Devlet katında eskiden Türkler soykırım yapmaz denirken şimdiler Müslümanlar yapmaz klişesi muteber. Hatırlayın Erdoğan 2009’da Darfur’daki soykırım iddialarına dair “bir Müslüman soykırım yapamaz” diyordu. 2010’da ise 1915 tartışmalarını hedef alacak bir biçimde “Bizim medeniyetimizde öldürmek, katletmek, soykırıma uğratmak yoktur. Bizim medeniyetimiz sevgi medeniyetidir, bizim medeniyetimiz hoşgörü ve kardeşlik medeniyetidir” dedi. 2014 taziyesi ile 100. Yıl öncesinde suların durulmasını sağlayacağını uman devlet aklı, 2015’te Çanakkale anmalarını 24 Nisan’a çekerek inkarcı perspektifin devamlılığını bir kez daha kanıtladı; hem de Sarkisyan’a davet göndererek! Bugün gelinen noktada Y. Akdoğan, AP’yi “goygoyculuk yapmakla” itham ederken; Erdoğan Türkiye’ye çalışmaya gelen Ermeni vatandaşları “deporte etmek” ile tehdit ediyor. Buyurunuz medeniyete! 

Tarihçilere konuyu havale etmek ya da arşiv açmak değil mesele. Bugün 1915’te neler yaşandığına dair gerçekler büyük oranda su yüzüne çıkmış durumda. Arşivden çıkan bir belge ile 1915’te yaşananları normalleştirmek, sıradanlaştırmak artık mümkün değil. Bu gerçek savaşta Ermeniler dışındaki halkların da acı çektiği gerçeğini gölgelemiyor. Sadece Ermenilere uygulanan şiddet ile diğerleri arasında kategorik bir fark olduğuna işaret ediyor. Şimdi soru şu; inkâr etmeye ve sadece Müslümanları mazlum ve mağdur göstermeye devam mı edeceğiz yoksa tüm bu acıların bir daha yaşanmaması için tarihle yüzleşecek miyiz? Bugün Türkiye Cumhuriyetinde yaşayanlar soykırımın faili olarak itham edilemez elbette. Ancak inkâr ettikçe şimdiki kuşaklar da o büyük suçun ortağı haline gelir. Ölenler bir kez daha öldürülür, hatıralar bir kez daha kirletilir. Siyasette, toplumsal yaşamda, sorunlarımızla baş etme biçimimizde hep şikayetçisi olduğumuz yüzleşmeme, gerçekleri kabul etmeme davranışının köklerini görmek bu kadar kolayken, 1915 ile yüzleşmeye direnmek önce yaşamını yitirenlere sonra da bu topluma ve insanlığa yapılan büyük bir hakarettir.