Devrimin 52. yılında yayınlanan Edward Hallett Carr’ın 1917: Öncesi ve Sonrası kitabı, kabaca 1950 ile 1969 arasında kaleme alınmış bir makaleler toplamı olarak Devrim’e ve Sovyetler’e farklı açılardan bakan nesnel bir tarih çalışması

1917: Öncesi ve (yüzyıl) sonrası

GÖKSU UĞURLU

Büyük Bolşevik Devrimi’nin üzerinden yüz yıl geçti. Her ne kadar artık dünya çok daha farklı bir yer olsa da kapitalizm ve emperyalizm değişen biçimleriyle hâlâ günümüzün gerçekliği. Bu nedenle kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelelerin güncel formları için, bu mücadelenin en büyük basamaklarından biri olarak Sovyetler Birliği’ni ortaya çıkaran süreç ve sonrasındaki gelişmeler önemini koruyor.

Bundan yaklaşık 50 yıl önce, yani devrimin 52. yılında, 1969’da ilk kez yayınlanan Edward Hallett Carr’ın 1917: Öncesi ve Sonrası kitabı, o zamanlar Bolşevik Devrimi’nin Batı akademisinde tuttuğu yere ve tartışmalara dair de bir fikir veriyor. Bununla birlikte, kitabın kabaca 1950 ile 1969 arasında kaleme alınmış bir makaleler toplamı olarak Devrim’e ve Sovyetler Birliği’ne farklı açılardan bakan nesnel bir tarih çalışması olduğunu da vurgulamak gerekir. Bugün Marksist düşünce/siyaset içinde yer aldıkları iddialarına rağmen kendilerini Sovyetler Birliği ve kazanımlarına saldırmak üzerinden tanımlayanların, yazarın titiz ve nesnel çalışma biçiminden öğrenecekleri çok şey olduğu da aşikâr.

Carr, Uluslararası İlişkiler literatüründe Realist (Gerçekçi) Teori’nin önde gelen düşünürlerinden ve kurucularından biri olarak bilinir. Eser, bugün literatüre hâkim olan entelektüel açıdan zayıf ve sığ bir stratejik analiz tavrından çok uzakta, bütün boyutlarıyla toplumsal bir tarih yazınının nasıl olabileceğine dair birçok ipucu bulundurur. Örneğin eserin kaleme alındığı döneme bakıldığında Stalin’in kişiliğinde Sovyetler Birliği’nin şeytanileştirilmesi oldukça genel bir durumken, yazar bundan kesinlikle ayrı bir tutumu benimser. Kişilerin tutumları ve aldıkları kararlara önem atfetmesine rağmen toplumsal olanın etkisinin sürekli vurgulandığı görülebilir. Lüksemburg ile Troçki’nin devrim ile ilişkili olarak ele alındıkları bölümler (‘Kızıl Rosa’ ile “Troçki’nin Trajedisi”), iki önemli Marksist figürün süreçlere verdikleri tepkiler üzerinden analiz edilir.

Carr’ın tavrına benzer bir tutumun Moshe Lewin’in Sovyet Yüzyılı isimli eserinde de bulunabileceğini belirtelim. Söz konusu eserde Lewin, Sovyetler Birliği’nin kuruluşundaki tartışmaları ve sonrasını ele alırken Stalin hakkında genel geçer bilgi haline gelen birçok abartılı ‘olguyu’ sorgular. Stalin üzerinden yapılan propagandanın geldiği noktanın, Sovyet liderin gerçek konumunu ve iç tartışmaları gölgelediği gözlenebilir. Stalin’in verdiği yanlış kararlar ve yazarın ‘paranoya’ olarak tanımladığı tavır belirtilmekle birlikte anılan ‘şeytanileştirmenin’ gerçek olguların ve nesnel koşulların önüne geçtiği de vurgulanır.

Kitapta Carr, Sovyetler Birliği’nin tarihteki önemine ve diğer ülkeler açısından dikkate alınması gereken gelişme sürecine ağırlık veriyor. Bunu yaparken hem Marksist düşüncenin temel taşlarını dikkate alıyor hem de bu düşüncelerin geliştiği ortamı göz önünde bulunduruyor. Ayrıca, Marksist düşüncenin amaçlarına ve dolayısıyla devrimi gerçekleştiren Bolşevikler’in zihinlerindeki hedefi araştırırken bu amaç ve hedeflerin somut koşullar nedeniyle karşılaştıkları engelleri ve böylece geçirdikleri dönüşümleri de ele alıyor.

Yazarın yaklaşımında dikkat çeken bir başka nokta ise devrimi ve sonrasındaki gelişmeleri ele alırken hem uluslararası ortamın özelliklerini ve dönemin anlam dünyası ile çatışmalarını hem de Rusya toplumunun ve tarihinin özgüllüklerini dikkate alması. Bazı noktalarda (örneğin sanayileşmenin ele alındığı kısımda) devrim öncesi Rusya’da yaşanan gelişmelerin daha etkin olduğunu ileri sürüyor. Sanayileşme hamlelerinin edindiği biçimin, köylülüğün durumunun ve sendikaların konumunun diğer ulusların baz alınarak ileri-geri şeklinde adlandırılmasındansa onlarla etkileşim içinde kendi özgül koşulları içinde değerlendirme çabası hâkim kılınıyor.

Kitabın özellikle ilk bölümde öne çıkan ve kitap boyunca da sürdürülen yaklaşıma dair iki temel Marksist eleştiri getirmek mümkün. Bunlardan biri, toplumun bireylerden oluştuğu, bir başka deyişle temel birimin birey olduğu varsayımının veri kabul edilmesi; ikincisi ise birinciyle de bağlantılı olarak Marx’ın kendi tarihsel koşullarıyla ve düşünce dünyasıyla ilişkisi vurgulanırken özgünlüğünün kaybolma tehlikesi. Bütün düşünürlerin belirli somut koşullarda ve bir anlam dünyasında üretimde bulundukları sanırız ki tartışma gerektirmez. Ancak İdealizm ile Materyalizm arasındaki tartışmanın ve bilgi felsefesine dayalı çatışmalar ve farklılaşmaların görmezden gelinmesi, düşünürlerin aynı şeyleri farklı biçimlerde söyledikleri yanılgısına yol açabilir.

Bu noktada yazarın esas derdinin, Lenin’in içinde bulunduğu koşullarda bilinçli siyasi eylemi ve örgütlü bir güç olarak öncü partiyi öne çıkarmasıyla Marx’ın dönemindeki anlam dünyası arasındaki farkları vurgulamak olduğu görülebiliyor. Fakat düşünceleri bireylerin bilinçsiz hareketleriyle varacakları bir sonuç olarak resmedildiğinde Marx, Smith ve Hegel’in yalnızca fikirsel takipçisi olarak algılanma riskiyle karşılaşıyor.

Carr’ın eseri oluşturan makaleleri kaleme aldığı tarihlerde Sovyetler Birliği’nin mevcudiyetinin ve gerçekleştirdiği büyük toplumsal dönüşümün etkisi hissedilebiliyor. Hem azgelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlarda yaşayan insanlar hem de kapitalizmin merkezi konumundaki ülkelerdeki işçi sınıfı için Sovyetler’in ve Bolşevik Devrimi’nin kazanımlarının sağladığı ‘başka bir yolun’ mümkün olduğu fikrinin ve bu yöndeki çabaların silinmediği bir dönemden bahsediyoruz. Bugün, Sovyetler Birliği yıkıldıktan, kapitalizm kendince zaferini ilan ettikten sonra dünya halklarının elinde yalnızca emperyalizmin iç çelişkilerini gözetme ve bunlara dayanma dışında seçenek kalmadığı algısının yaratıldığı bir dönemdeyiz. Her şeyin ötesinde Bolşevik Devrimi bize ‘başka bir dünyanın mümkün olduğu’nu ve bir zamanlar bunu gerçekleştirmenin kıyısında olduğumuzu göstermek için orada duruyor. Bakmasını bilene…