Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’da başlattıkları toplantılar ve halk temsilcilerinden oluşan kongreler, apaçık Bolşevik Devrimi’nin izlerini taşır. Milli Kurtuluş hareketini simgeleyen “Şuralar”, Rusya’da Ekim Devrimi’nden önce ortaya çıkan, işçi ve asker kıyafeti giymiş köylülerden oluşan ve belki de tarihteki en özgün yönetim organlarından birini oluşturan “Sovyetler”i akla getirmektedir.

1920 yazı gelip çattığında, Kurtuluş Savaşı koşullarında oluşmuş yeni devlet ve iktidar düzeninin, Osmanlı’dan kalma Kanun-i Esasi ile devam etmesi mümkün değildi. Yeni bir anayasa kaçınılmazdı. İlk anayasa tasarısı bir heyetçe hazırlanmış ve 22 Ağustos’ta Meclis’te reddedilmişti. İcra Vekilleri Heyeti, anayasa lahiyasını 18 Eylül’de Meclis’e sundu. Ama bu “anayasa tasarısı” olsa da, yüz yıldır “Halkçılık Programı” olarak bilinmektedir. Tasarı Encümen-i Mahsus adlı özel komisyona gönderildi ve 18 Kasım günü -tam iki ay sürecek- mecliste anayasa görüşmeleri start aldı.

Encümen, anayasa tasarısının ilk dört maddesini “Beyanname” haline getirmişti. Bu dört madde 1921 Anayasasının “girişi” bölümü sayılır. Girişte şu cümleler, apaçık “Bolşevik etkisi”ni yansıtmaktaydı: “Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye halkını emperyalizmin ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyet sahibi kılmakla gayesine vasıl olacağı kanaatindedir” (Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 2014, s. 248).

Bolşevik rüzgarı, anayasayı hazırlayan encümen üyelerinin Bolşevizme sempati duyduğunu ifade eden üyelerinde de görülmekteydi. Mehmet Koç ve İsmail Suphi, dönemin işçi ve komünist fırkalarında üye ve yöneticiydiler. Fuat (Umay) ve Mehmet Vehbi Beyler ise dış politikada, “Sovyetler ile işbirliği yapılmasından” yanaydılar.

Anayasa, hazırlanması yönünden de benzersiz bir deneyim olmuştur. Anayasa’yı yapanlar, şuralardan veya kongrelerden gelen halk temsilcileriydiler. Mesleki temsil yerine genel temsil, seçimlerin iki dereceliği de kabul edildi. Oysa 1876 Anayasası, padişahın atadığı bir kurulca, 1909 değişiklikleri de ayan ve padişah gölgesinde gerçekleşmişti. 1924 Anayasası, Mustafa Kemal’in belirlediği vekillerden oluşan bir meclisçe çıkarılmıştır. 1961 ve 1982 anayasaları da darbe ortamının ürünleriydi. 2018 “Başkanlık Rejimi” değişiklikleri de olağanüstü hal (OHAL) şartlarında ve büyük sosyal baskı altında gerçekleştirildi.

1921 Anayasası Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Türkler dışındaki halklara açık bir idare usulü benimsemesiyle de diğer tüm anayasalardan ayrılmaktadır. Yüz yıl sonra hala 1921 Anayasasının bu yönünden esinlenmekteyiz.

1921 Anayasasındaki, “Vilayetler ve şuralar eliyle yönetim”, “halkın kaderini bizzat kendisinin idare edeceği” ilkeleri, Lenin’in “ulusların kaderlerini tayin hakkı” sloganını akla getirir. Anayasa’nın ulusal anlamda nötr niteliğine ve “tüm Türkiye halkı”nı kapsama çabasına herhalde en iyi kanıt, 1921 Anayasa’sında “Türk” sözcüğünün sıfır (0) kere geçmesidir. Oysa 1924 Anayasasında Türk, tam 12 yerde geçecektir (Baskın Oran, Etnik ve Dini Azınlıklar, 2018, s. 259).

1921 Anayasasının 1. Maddesi’ndeki, “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir” ilkesi, padişaha ve monarşiye karşı, halkı yetkili kılmıştır. Bu, ne 1876 Anayasası’nda, ne de II. Meşrutiyet’te açıkça görülmüş şey değildi. 1. Madde, “idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” cümlesiyle devam ediyordu. “Bizzat ve bilfiil idare” tümcesi, “Bolşevik etkisi”ne başka bir örnektir.

1921 Anayasasının 100. Yıldönümünde, “halkın egemenliği” artık ortadan kalkmış halde, Saray’da sembolize olan “yeni bir monarşi” türüyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, T.C. tarihindeki “tek devrimci anayasa” olan 1921’den öğreneceğimiz çok şey var.