Birinci Meclis, modern Cumhuriyet tarihindeki en “renkli”, en geniş katılımlı, aynı zamanda galiba en kısa ömürlü olanıdır. Bu meclisçe yapılan 1921 Anayasasını, “Kurtuluş Savaşı Anayasası” veya “Milli Mücadele Anayasası” sayanlara hak vermemek mümkün değildir. Bu meclis ile Osmanlı tarihinde ilk kez ve tam olarak, yasama yetkisi padişahtan alınıp bir komiteye verilmiştir. Bu meclis, 9 ay sonra, “vilayet yönetimine” yer verecek 1921 Anayasasını yapmıştır.

Büyük Millet Meclisi açıldığında emperyalizme ve işgale karşı savaşan en önemli ülke hiç kuşkusuz ki Ekim Devrimi ile kurulan sosyalist Sovyetler Birliği’dir. Mustafa Kemal meclis açıldıktan 19 gün sonra, Rus Sovyet Komiserliği’nin, “Tüm İslami unsurların emperyalizme karşı harekete geçmesini” isteyen bildirisini okutmuş, Hükümet’in yarı resmi yayın organında, “Kurtuluş Savaşı’nın kapitalizme ve onun çocuğu emperyalizme karşı olduğu, Yunan ordusunun kapitalizmin Anadolu’ya gönderdiği son ordu olduğu” içerikli yazılar yayınlanmaya başlanmıştı. Meclisin ilk yılında da mecliste en çok tartışılan ve açıkçası propagandası yapılan düşünce Bolşevizm’dir. Mecliste, “İslamiyet ile Bolşevizmi birleştiren”, “Bolşeviklerle yoldaşlık edilerek şeriata daha fazla yaklaşılacağını” savunanlar vardır. Tunalı Hilmi Bey’den, Şeyh Servet Efendi’ye “sosyalist İslam” tezi epey revaçtadır. Mustafa Kemal ise, en başından beri, “Siyasi ilişkilere evet, Bolşevizm’e hayır” çizgisindedir, ama o bile, Sovyetler’e açıktan tavır alma yanlısı değildir. Sovyetler Birliği, işte bu konjonktürde, yeni devletin örgütlenme modelini etkilemiş olabilir. 1921 Anayasasının lafzettiği "Vilayet Şuraları"nın "şura"sı, "Sovyet" demekti.

1921 Anayasası açıklandığında 1876 Anayasası henüz ilga edilmemişti, bu nedenle kısa tutuldu (24 madde). Yargıya yer vermeyen, saltanat ve hilafet gibi makamlara dokunmayan, başkanlığı da pek gündeme almayan meclisin, bu politikasıyla Kürtler veya “İkinci Grubun” desteğini sürdürmeyi amaçladığı belirtilmektedir.1921 Anayasasının en önemli özelliği ise hiç kuşkusuz, “halk iradesi”ni, “yani yerinden yönetim” ilkesini kabul etmesiydi (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, s. 28, 2011). Mustafa Kemal, Halkçılık Programı’nda, “mahalli umurda tam muhtariyete haiz” bir yönetim öngörmüştü. Dahiliye Vekiline göre, “bizimki kadar geniş, ulaşım olanakları kısıtlı, ekonomik durumu zayıf bir ülkede halkın yönetime katılması için, bundan daha iyi bir yönetim olamaz”dı. Ulusal devletin, ülke yönetiminde “muhtariyet”i benimsediği 20 Ocak 1921’de ilân edilmişti (İhsan Güneş, Birinci TBMM’nin Yapısı, s. 226, 2009).

1921 Anayasası, temel birim olan “vilayet”e yerelde “özerklik” tanıyordu. Anayasanın 24 maddesinin 14 maddesi yerelden yönetime ayrılmıştı. İç-dış siyaset, adliye (yargı), askeriye (savunma), uluslararası ilişkiler, vergiler ve çok vilayeti ilgilendiren işlerde yetki merkezdedir (Ankara), eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma gibi konular ise yetki “vilayet şuraları”na ait olacaktır. Vali, “Büyük Millet Meclisi temsilcisi” sıfatıyla, “Şura Meclisi”nde bir tür “denetleyici” olarak sınırlı role sahiptir. Vali, “genel görevler” ile “yerel görevler” arasında bir “zıtlaşma” meydana gelirse, devreye girecektir. Vilayet şuraları isterse, sosyal ve ekonomik benzerlikler temelinde diğer şuralarla birlikte, “Umumi Müfettişlikler” de kurabilecekti.

1921 Anayasasının tanıdığı özerklik (muhtariyet), hiçbir etnik ibare içermeyen, lafzen “halkçılık” ve “yerel demokrasi” biçiminde görünmektedir. Dinsel azınlıklar hariç diğer tüm azınlıkların Anayasa’dan yararlanması mümkündür. Kürtler Anadolu’daki “en kalabalık azınlık” olduğu için 1921 Anayasası “Kürtlere Özerklik” dairesinde tartışılmıştır. Oysa Anayasa metninden net anlaşılmaktadır ki, bu hak tüm gruplar için söz konusudur. Anayasa, yerelde eğitim, yerelde sağlık ve yerelde kendi bütçesini yapma alanlarında küçük halklara kısmi bir yetki verdiği görülmektedir. Bu bir bölgenin anadilinde okullar açabilmesi, kendi öz kaynaklarını kullanabilmesi şeklinde yorumlanabilir.

“Muhtariyetçi devlet örgütlenmesi”, meclisin üçüncü toplantı yılı açıldığında da, bizzat Mustafa Kemal tarafından, “Halk idaresi bütün mana-yı şümulüyle layık olduğu derece-i inkişafa isal edilmesi siyasetimizin icabatındadır” sözleriyle dile getirildi.

Özerklik, İhsan Güneş’e göre, “İmparatorluk genelinde hırsızlıktan başka bir iş yapmayan hantal devlet bürokrasisine bir tepki” olarak, Bülent Tanör’e göre, “yerel katılım ve yerel demokrasi” için kabul edilmişti. Tanör, 1918-1920 arası gerçekleşen ve iktidarlaşan yerel kongre iktidarlarının da özerkliğe zemin hazırladığını eklemektedir. (Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 266, 2014) Nitekim, "nahiye" konulu Meclis oturumlarında görülmüştür ki, üyelerin çoğunluğu "komün idareleri" yoluyla yerel işlerin merkeze danışılmadan yürütülmesinden yanadır. Burada da Sovyetler Birliği etkisinden söz edilebilir. Goloğlu ise bu rejime, “Üçüncü Meşrutiyet” demektedir. Kimileri, “Kürtleri gayrımüslimlere karşı kullanmak” için, kimileri de “Kurtuluş Savaşını kazanmak” için bu modele yönelindiğini, “amaç hasıl olunca bundan vazgeçildiğini” söylemektedir. Bu son görüş, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı boyunca izlediği pragmatik politikalar dikkate alındığında gerçeğe yakın görünmektedir. Tüm görüşlerin gerçeği bir parça yansıttığı söylenebilir.

Savaş koşulları, 1921 Anayasasının kısa ömrü, hızla Cumhuriyet’in ilânı nedenleriyle Türkiye genelinde “özerk bölgeler” oluşmadı (Edirne, Pozantı Kongreleri ve Oltu Şura Hükümeti istisnai örnekleri hariç), Türkçe dışında dillerde eğitim veya kültür kurumları da açılmadı, bu yönlü resmi girişimler görülmedi. 1921 Anayasası ve Özerkliğin ömrü kısa oldu. Mustafa Kemal, “her vilayetin ayrı birer idare oluşturmasına” kısa süre sonra karşı çıktı ve ağırlığını "ulusal iradenin yegâne tecelligâhı" olarak merkeziyetçilikten yana koydu. Kurtuluş Savaşı esasen ancak 1921 tipi bir anayasa ile başarıya ulaşabilirdi. "Kurtuluş" sağlandı, Anayasanın işlevi de sona erdi. 1924 Anayasası ile özerk yönetim tümden rafa kaldırıldı. Bu Anayasanın temel felsefesi, “azınlık hakları”nı güvencesiz bırakan, bir “çoğunlukçu demokrasi”ydi.

"Olağanüstü koşulların Anayasası" 1921 Anayasasındaki "Vilayetlerin özerkliğine" son verilirken, birkaç vilayetin birleşerek ancak oluşturabileceği geniş yönetimler olan Umumi Müfettişlikler, 1927’de Kazım Karabekir’in önerisiyle, bu defa "güvenlik" eksenli kuruldu. Umumi Müfettişlikler özellikle Kürt yoğunluklu bölgelerde ve Trakya'da bırakalım “özerklik” hakkını, temel insan haklarını yok etti. Burada sadece “Dördüncü Umumi Müfettiş Abdullah Alpdoğan” ve “Tunceli Kanunu”nu hatırlatıyorum. Yerelde özerkliğe 1924’te veda eden Türkiye, son çeyrek asırda ise bölge genelinde "OHAL Valiliği Yönetimini" kurdu. Bu, bir bakıma 1952’de sonra eren Umumi Müfettişliğin de devamıydı.

Bugün gelinen yerde özerkliğe, “bölücülük”, “vatan hainliği” yaftası asan bir devlet ve siyaset anlayışı egemendir. Dahası, Diyarbakır ve diğer şehirlerde kazılan hendeklerden ötürü, yereldeki HDP’li belediyelerin “yol” ve “su” yetkilerini bile ellerinden almayı, “Ankara’ya çekmeyi” isteyen bir AKP mantığı ortadadır (Efkan Ala’nın konuşması, cnnturk.com, 11.1.2016).

(Yazımızın ilk iki bölümünde özerkliği genel anlamda ele aldık, kısa bir tarihsel özet yaptık, bugün merceği Cumhuriyet’in kuruluş dönemine tuttuk, bu meseleyi tartışmaya devam edeceğiz)