Beyaz Bayraklı Çocuk, 1980’li yıllarda idam edilen Şükrü’nün mektuplarının izini sürerken hem geçmişi hem de günümüzü anlatan bir roman. Roman, ilk bakışta geçmişle hesaplaşan bir roman kahramanın hikâyesi gibi başlasa da daha sonra zamanın, mekânın kurgusal değişimiyle okuru şaşırtıyor.

1980 darbesinin açtığı yaraların hikâyesi

NAZAN ÖZER

Ters Kule Yayınları’ndan çıkan Beyaz Bayraklı Çocuk, Hayati Yıldız’ın ilk romanı ancak Yıldız, uzun süre yayıncılık sektöründe bulunmuş. Dolayısıyla Beyaz Bayraklı Çocuk “ilk kitap” sayılsa da yazma deneyimi açısından usta bir kalemin elinde çıkmış. Hayati Yıldız’a Beyaz Bayraklı Çocuk ile ilgili merak ettiklerimi sordum.

Mesut, çocukluk arkadaşı Şükrü’nün idam edilmesi sonrası mektuplar üzerinden bir yandan arkadaşının izini sürerken, geçmişle de hesaplaşıyor. Çocukluk travmasına dönüşmüş sıradan bir olayın Şükrü’nün hayatında nasıl bir kırılmaya yol açtığı ve o kırılmanın da 1980’de ülkedeki kırılmayla birleşmesi ardından yaşanan kişisel trajedi anlatılıyor. Şükrü bir türlü sesini duyuramıyor. Sahte bir kimliğe sıkışıp kalıyor sanki. Kitabın hikâyesi oldukça etkileyici. Neler söylemek istersiniz?
Sahte kimlik Şükrü’nün hikâyesini biraz ilginç kılıyor olabilir. Hikâye itibarıyla da böyle ancak o yılları yaşayanlar açısından sahte kimlikle yaşamak pek doğaldı. Tabii günümüze baktığımızda böylesi bir şey neredeyse mümkün değil artık. Şükrü’nün sahte kimliği onun önlem olarak edindiği bir kimlikken önemsizleşiyor. Çünkü ortada bir benlik var ve otorite için kişinin nerede durduğu önemlidir, adın değişmesi onu korumuyor. Aksine ona ulaşmaya çalışanlarla arasındaki bağı kopartıyor, zamanla yalnızlaşıp adeta gözaltında bir kayıp haline geliyor.

Çocukluğundan gelen hesap soran kimliğiyle Şükrü, kitabın ilk nesnel kahramanı ve bu kimliğiyle konuyu etrafında topluyor. Ancak Şükrü’nün otoriteyle ilk karşı karşıya geldiği an çocukluk travması mı? O konuda çok emin olamıyorum. Okur izlenimi elbette çok önemli, öyle de sayılabilir. Bu, Şükrü’nün ilk isyanı da olabilir belki çünkü yaşadıkları onun duruşunu belirliyor. Diğer taraftan Şükrü’nün hikâyesi, birçok hikâyenin taşıyıcısı, kahramanının ta kendisi. 1980 darbesinin açtığı yaraların, dağıttığı ailelerin, onların yaşadıklarının toplamı.

Kitabınızda ne geçmişe bir güzelleme ne de hayıflanma var. Oysa roman kahramanımız hayattan kopmuş, kendi halinde bir gözlemci durumunda, bir yere kadar kendinden vazgeçmiş gibi. Bu durum bir çelişki değil mi? Bu kendinden vazgeçme hali, geçmişi sağlık tahlil edememekten kaynaklanmaz mı?
Mesut, hikâyede bir “kahraman” olmaktan ziyade aktarıcı, zaten başından beri, yani Şükrü’yle yolları her kesiştiğinde de kahraman olmak gibi bir iddiası olmuyor. Bu nedenle Mesut’un öğretici yanından çok akıp giden hikâyeden öğrendikleri hatta hayalindeki gelecekten öğrenecekleri var. Önemli bir tanıklık onunki. Hem geçmişin hem de şimdiki zamanın tanığı Mesut ve bu da ona önemli bir misyon yüklüyor. Sonra, gelecek ne kadar karamsar betimlenmiş olsa da gelecekten umutlu Mesut. Kendine kızmasından anlıyoruz bunu. Aslında kendinden vazgeçmiş fakat bu durumdan hoşnut değil. Bunu, onu kendinden vazgeçmeye zorlayan koşulların hesabını geçmişten sorarken, nedenlerini ha bire sorgulayarak, kendi yapamasa da gençlerden beklediği refleksler olarak duyumsuyoruz.

Romanı okurken, ilk kitaplarda sıklıkla karşılaşılan acemilik, fazlalık cümleler ya da dolaylı anlatımlara metninizde rastlamıyoruz. Akıcı olduğu kadar rafine bir anlatım diliniz var. Romanın konusu sizin içinizde fazla mı olgunlaştı, diye sormak isterim.
Teşekkür ederim. Yaşanmışlıklarla birlikte bu kitap uzun yıllarda yazıldı diyebilirim. Bir yandan da 61 yaşımla hâlâ hayatın acemisiyim. 1980’i cezaevinde, sonrasında ülkede aranarak ve uzun zorunlu mültecilikler yaşayan biri o yıllardan sadece fotoğrafları yan yana yerleştirse daha rafine olurdu. Ben bu fotoğrafları seslendirdim diyelim. Geleceğe olan umudumla.

Günümüz edebiyatında kahraman ve anti-kahraman tanımları sıklıkla kullanılıyor. Beyaz Bayraklı Çocuk, bir anti-kahraman romanı olarak değerlendirilebilir mi sizce?
Bilmem, hayatta her birimizin değişik zamanlarda konulara birbiriyle çelişkili tavır alışlarımız olmuyor mu? Toplumun içine çekildiği olumsuz durumla toplumsal tutum alışlardaki bağını yitirmiş kahramanımızın kurduğu ilişki doğru orantılı olmalıydı. O kendini bayrak taşıyacak kadar yetkin göremiyor buna karşın bayrak taşıyıcıları arıyor, bekliyor. Gerçeğe yakın bir kahraman diyelim.

Romanınızda hem geçmiş -kaldı ki o geçmiş, yaşadığımız reel zamanın şimdisi- hem de gelecek paralelliğinde olayları kurgulamışsınız. Romanda geçmiş anlatılırken, okur, günümüze dair çıkarımlarda bulunabiliyor, bizleri bekleyen gelecek hakkında da bir fikir sahibi oluyor. Bütün bunlar bir ikaz mıdır?
Kesinlikle. Ama buna pek haddim olmayarak yapmaya çalıştım çünkü uzun yıllar ülke dışında yaşadım. Ancak geçmişten söz edip kara tablolar çizerken bunların nedenleri üzerine konuşmak ve gelecek üzerine söz söylememek olmazdı. Bu arada Türkiye kendi girdabını daha da derinleştirdi. Aşağıya indiği merdiveninin boyu yukarı çıkmaya yetmeyecek ona korkuyorum. Yani elinde aracı olmasına rağmen bu çok zor olacak. İkaz ise evet bu bir ikaz. Yurttaş olarak kendime ikaz da diyebilirim.

Beyaz Bayraklı Çocuk, aynı zamanda distopik bir roman. Gelecekte bizi ütopik bir dünya değil, kaygı uyandıracak şekilde negatif bir dünya karşılıyor. Otoriter yönetimin koyulaştığı, topluma nefes aldırmadığı, en basit demokratik taleplerin bile yeraltına çekildiği bir dünya… Okurken, insan irkiliyor. Umut, yine de yanı başımızda. Umut ve umutsuzluk dengesini nasıl kurdunuz?
Ülkeyi bırakın dünyada zincirleme kaygı verici gelişmeler oluyor. Avrupa’nın ortasında bir savaştan daha distopik ne düşünebilirdik bir yıl önce. Kamuoyuna ulaşan bilgiler ve fotoğraflar ne kadar propaganda içerse de. Yaşayanlar için ise gerçek bir yıkım. Ülkede durum dörtnala açık faşizme yol almışken kurgum da bundan etkilendi tabi. Fakta yine de karamsar değilim.

Beyaz Bayraklı Çocuk, distopik bir hikâye şimdi zamanının içinde ancak gelecek için umudunu koruyor. Hikâyenin bütün kahramanları için de olan bu. O neden, 80’li yıllar anlatılırken de böyle, şimdiki zaman anlatılırken de… Kitabın şifreleri var bu noktada. Çözümünü okuyucuya bırakıyorum.