1982 Anayasası, en çok hangi yönleri ile eleştiriliyordu?

- Hak ve özgürlükleri fazla sıkı bir rejime tabi tuttuğu,

- Yürütme ve idari organların yetkilerini fazla artırdığı,

- Anayasa-ötesi kavramlar örgüsüne sıkça yollama yaptığı için.

“1982 ruhu”ndan uzaklaşmak ne demek?

1)    Anayasa ve hukuk-ötesi kavramlardan arındırılması: 1995 ve 2001 değişikliğinde, “kutsal devlet” ve etnisite vurgulu kavramlarda kısmi bir törpüleme yapıldı.

2)    Hak ve özgürlük  sınırlama ve yasaklarını kaldırmak: her iki Anayasa değişikliğinde ve sonrasında önemli ölçüde yapıldı. Uzaklaşma kayda değer. Sorun, bunlara saygıda düğümleniyor.

3) Yetkileri sınırlandırmak: bu ne ölçüde yapıldı?  Asıl sorun burada ve ilk ikisinden farklı olarak “devlet organları” alanında yapılan değişikliklerin “iki yüzü” kendini gösteriyor:

- Uzaklaşma: 1987’den itibaren, yasama ve yargının güçlendirilmesine ilişkin sınırlı sayıda düzenleme, “Yürütme ve idare”nin öncelikli ve üstün konumunu örtülü bir biçimde kısmen dengeledi. Açık düzenleme ise, Milli Güvenlik Kurulu (MGK)  bileşiminin siviller lehine genişletilmesi oldu (2001).

Ya derinleşme?

- Derinleştirme: 2007 değişikliği ile Cumhurbaşkanı (CB) seçiminin TBMM yerine halk tarafından yapılmasının öngörülmesi. Neden derinleşme? Çünkü, yasama ve yargı karşısında güçlü yürütme ekseninde “CB’nin konumu ve yetkileri”, Anayasa hazırlık tartışmalarının odağında yer almakta idi. Bu nedenle, izleyen yıllarda, “otoriter başkanlık rejimi” nitelemesi yapıldı.  CB Özal tarafından ise, genel oyla seçilmeme, “yarı-başkanlık” için başlıca eksiklik olarak görülecekti.

Yaygın kanaate göre,  CB’nin genel oyla seçimini siviller istediği halde askerler kabul etmedi. Gerçi Kenan Evren, Anayasa oylaması yoluyla kendini seçtirmiş oldu (plebisiter referandum); ama sonrası için bu yolu kapattı. Erdoğan ise, her gün talep ettiği başkanlığı “mezara götürmeyeceği”ni beyan ederek, yaşama, CB olarak veda istediğini de –örtülü bir biçimde- ortaya koymuş oldu. Bir diğer fark, Evren’in bir kez seçildikten sonra, ilke olarak anayasal çerçeve içerisinde kalmış olmasına karşın, Erdoğan’ın, Anayasa dışı söylem ve eylemlere ivme kazandırması. Ama asıl fark, saydamlık ve anayasal düzende kopuş ve süreklilik bakımından: K. Evren, önce Anayasa’yı yürürlükten kaldırdı;  yeni Anayasa’yı kabul sürecinde kendini seçtirdi. Erdoğan ise, üzerine yemin ettiği Anayasa kurallarına meydan okuyarak rejim değişikliğini kotarmaya çalışıyor: “Sözde anayasal düzen” süreci.

İki CB arasındaki benzerlik, meşrulaştırma öğesine ilişkin ve hayli ikincil:  “% 92”  yuvarlaması üzerine  Anayasa meşruiyeti için, “% 52” yuvarlaması üzerine kendi meşruluğu için sürekli vurgu. Farklılık ve benzerlikler çizelgesi uzatılabilir; ama, yararı yok.

Asıl konumuza geline; şu “vesayet” sözcüğünün kullanımı yok mu? “Millȋ irade” adına halkı ebleh saymanın ta kendisi:

- Askeri vesayetten kurtulmak için oy istendi ilkin,

- Yargı vesayetinden kurtulmak için istendi sonra,

- Parlamenter vesayetten kurtulmak için isteniyor şimdi; üstelik parlamento seçimleri sırasında.

Parlamenter rejimin olumsuzluklarından kurtulma bahanesiyle Başkanlık istemi, “13 yıl boyunca ülkeyi çok iyi yönettik” nakaratının ardından, hiçbir biçimde beyine ve fikre hitap etmiyor; sadece mide bulantısı yaratıyor.

Adamına göre rejim arayışına dış meşruluk öğesi olarak, parlamenter rejimle yönetilen yaklaşık 50 Avrupa devletine, “vesayetçi rejim yerine başkanlığa geçin de demokratikleşin”!  şeklinde bir çağrı yapılırsa, buna da şaşırmamak gerek.

Özet olarak; “ölesiye başkanlık sevdası”, “1982 ruhu” nu derinleştirmenin daniskası. Bu halet-i ruhiye, Anayasa’yı yenilemekten neyi kasteder? Varsayalım ki, “7 Kasım 2015 tarihli bir Anayasa yürürlüğe kondu. Bu metin, 7 Kasım 1982 Anayasası’na göre, tarih olarak 33 yıl yeni olsa da, içerik, yani anayasal denge ve denetim düzeneği bütünü açısından, 139 yıl önce yürürlüğe konan Kanun-i Esasi’den daha geri olur…