Özneleşmek sevinçli bir süreçtir. Ruhsal acı, gecikmiş bir özneleşmenin tetikleyicisi olabilir ancak. Sıkı bir dönüşümse kesintisiz ve yoğun çaba gerektirir.

2013’te Negri İstanbul’daydı

‘Seyrini özgürce kavramadığımız ve inşa etmediğimiz sürece yaşam ’ bir hapishanedir’ / Antonio Negri

Gezi’nin ilk haftalarıydı. O günlerin ruhuyla (da) ilişkili olarak Pazar Eki’ne yazdığım ilk yazıda şu cümleleri kurmuştum:
‘Sistem bizi bir işe sahip olmanın yalancı hazzıyla, her an işsiz kalmanın derin huzursuzluğu arasına sıkıştırmış çiğniyor.

Bu yüzden irademiz devamlı yarılıyor. Küresel ölçekte maruz kaldığımız kapitalist hegemonyanın değişken müdahalelerine karşı koyacak “yeni” bir toplumsal öznenin kaynağı, bu iradi yarılmadan kaynaklanan ruhsal acıda gizli, biraz da’1.

Oysa özneleşmek sevinçli bir süreçtir. Ruhsal acı, gecikmiş bir özneleşmenin tetikleyicisi olabilir ancak. Sıkı bir dönüşümse kesintisiz ve yoğun çaba gerektirir. Bunun için –tabiri caizse- filmi geriye sarmak ve kendimizi yeniden ve gerçekten eğitmek zorundayız. Zihin açıcı kitaplarla ve iyi insanlarla karşılaşmak her şeye rağmen elimizdedir.

İtalyan Marksist ve siyaset kuramcısı Antonio Negri, Gezi’nin miladı kabul edilen 31 Mayıs 2013 akşamından bir ay önce 27-28 Nisan tarihleri arasında konferans vermek üzere İstanbul’a geldi. Konferansın konusu “Yeni Özgürlük ve Özne Biçimleri” idi. İkinci gün oturumunu dinlemek üzere kalktım konferansa gittim. Konuşmaların bitiminde Negri’ye ve diğer konuşmacı Judith Revel’e bir ‘yorum-soru’ yönelttim. (Judith Revel Foucault Merkezi üyesidir, Negri’nin de hayat arkadaşıdır). Aynı zamanda akademisyen olduğunu bildiğim Türkiyeli çevirmen, aşağıdaki yorum-sorumu iki konuşmacıya aktardı:

‘Muhalif bir ofis çalışanı ve bir sosyalist olarak otuzumda yaşadığım “ideolojik tıkanıklığın” Michael Hardt ile kaleme aldığınız İmparatorluk kitabınız sayesinde açıldığını hissetmiştim. O gün bugündür tarihe ve toplumsal yaşama farklı tezlerin ışığıyla bakma çabalarım sürüyor. Ancak, Türkiye’nin özgül koşulları dikkate alındığında, “arkaizmin” ve “anakronizmin” zemininin de tamamen yok olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, neoliberal ve emperyal süreçlerin değişkenliğine rağmen, kimi sol entelektüeller ile Foucault ve Negri kavramları(çokluk, bio-iktidar, bio-politika, bio-kapital, bio-değer vb) arasındaki mesafeyi nispeten anlayabiliyorum. Günlük politika ve örgütlenme pratikleri bağlamında Türkiyeli sol entelektüellere önerileriniz nelerdir? İlaveten ‘sınıf’ kavramıyla ikame ettiğinizi düşündüğüm ‘çokluğu’ bir örnekle somutlar mısınız?’

2013-te-negri-istanbul-daydi-517546-1.



Negri’nin ve Revel’in yanıtlarını devam yazımda aktarmaya çalışacağım. Öncesinde paylaşmayı arzu ettiğim şeyler var.
Belki de İmparatorluk kitabının yarattığı etki (ideolojik olduğunu sandığım) tıkanıklığın açılması falan değildi. Belki, orijinal ve fütüristik bulduğum bir metnin “sıradışı” çağrışımları iyi gelmişti. Öte yandan bir metnin insana iyi gelmesi ihtiyaca –ama az ama çok- cevap verdiğinin göstergesidir. Göstergenin peşinden gidip gitmemek bize kalmış. Kapitalist hegemonyanın insanlığa ve doğaya ettiği sayısız kötülüğe rağmen enseyi karartmak istemiyorsak ‘iyi niyetli’ tezlerle bağ kurmak bir risk değil kurucu ilkedir. Olgularla ya da sorunlarla ‘bağ kurmanın’ ne anlama geldiğini kronikleşen eğitim meselesi üzerinden açmaya çalışalım:

Kızım zorlu ve skandallarla dolu bir LGS senesinin ardından “hedeflediği” okula girmeyi başardı. Ancak, ilk günden derslere yoğun giriş yapmalarına ve aradan iki hafta geçmesine rağmen çalışma masasına oturmakta güçlük çekti. Dediğine göre sınıftaki diğer öğrenciler de benzer sıkıntıyı yaşıyormuş. Öncelikle, kendisini huzursuz eden bu durumla bağ kurmasını, bunun için de her boyutuyla ele almasını önerdim. Sorunu yok saymak ya da zamana bırakmak yeni sorunlara davetiye çıkarmak demekti. Oturup etraflıca konuştuk ve onun da aklına yattığını düşündüğüm şu çözümlemeyi yaptık:

‘Çalışma motivasyonunun kırılması yeni koşullara uyum sağlayamamakla ilgili olabilirdi. Bu açıdan sorun son derece normaldi, hatta toparlanıp yenilenmek için bu tür ‘kesintilerin’ gerekliliğinden bile söz edilebilirdi. Geçtiğimiz sene sınava hazırlanırlarken öğretmenleriyle kurdukları ilişkiyi hatırlatıp farklı bir nedenden de kuşkulandığımı söyledim: ‘Öğrenci’ ile ‘bilgi’ arasında kurulması gereken varoluşsal ilişki bizim gibi ülkelerde salt ‘hedefe’ indirgeniyordu. İlköğretim kurumu(özellikle paralı olanlar) öğrencilerine ‘lise hedeflerini’ söylüyor ve LGS’de en yüksek puanı almalarını istiyordu.

Aslında amaçları marka değerlerini korumaktı. Hal böyleyken öğrenciler için matematik, fen ya da coğrafya içselleştirilmesi gereken bilimler değil, çalışılıp ezber edilmesi gereken dersler olup çıkıyordu. Yönergeler öğrenciler tarafından yerine getirilip lise hedefleri -iyi kötü- tutturuluyor, lakin, yaşanan kısa sevincin ardından yeni döneme motivasyonsuz giriliyordu. Sorunun ana sebebi; hedefin büyük ölçüde öğretmenler tarafından konulması, onun da okul isimleriyle(imajlarıyla) sınırlandırılmasıydı. Çoğu veli de -o veya bu sebeple- buna destek veriyordu. Lise-1’den itibaren yapılması gereken şey, yeni sürecin öğrencinin ‘özneliğinde’ yaşanması, bunun için bilgiyle pragmatik değil varoluşsal ilişki kurulmasıydı. Öğrenci ancak bu şekilde dönüşebilir, çevre şartlarını da ancak bu şekilde dönüştürebilirdi’.

2013-te-negri-istanbul-daydi-517547-1.


Eğitim sisteminin öğrencileri süreçlere dâhil etmek gibi bir niyetinin olmadığını biliyoruz. Maksat, öğrencilerin gerçek bilgiyle bağ kurmalarını önleyerek özneleşmelerinin önüne geçmek. Sistemik kurum olarak eğitimin kendi yapısallığını koruması ve sistem kültürüne katkı sunması için bu “gereklidir”. ‘Politik yol’ ile ‘toplumsal gerçeklik’ arasındaki yabancılaşmanın da bu durumun devamı olduğu söylenebilir. Chomsky’e göre; altmışlı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde baş gösteren Vietnam Savaş’ı karşıtı örgütlenmeler, Afro-Amerikalıların eşitlik mücadeleleri, (özgürlük ve barış temalı) hippi kültürünün ortaya çıkışı, kadın hakları vb Amerikan devletinin eğitimi nispeten kendi doğallığına bırakmasından kaynaklanmıştır. Daha sonra gerekli tedbirler misliyle alınmıştır2.

Politik yol ile toplumsal gerçeklik arasındaki diyalektiğin kopuşu her zaman eğitimsizlikten ve iktidar baskısından kaynaklanmaz. Geleneksel/kurumsal muhalefet de kopuşa neden olabilir. O veya bu sebeple yeni çelişkilerin üretilmediği süreçlerde ‘gelenek’ kendisini tek seçenekmiş gibi dayatır; mutlaklaştırılıp aşkınlaştırılması bundan ötürüdür.

Gelgelelim ideolojik süreçler de tıpkı damarlar gibi zamanla sertleşir ve tıkanırlar. Dolayısıyla geleneği yeri geldiğinde sorunsallaştırmak gerekir.

Sistemik hegemonya biçim değiştirerek gizlenme becerisine sahipse ve onunla doğrudan temas kurma şansınız yoksa, ya –geleneksel yöntemleri kullanarak- dağarcığınızdaki varlığına saldırırsınız, ya da gizlenme yöntemlerini anlamaya çalışıp yeni yöntemler geliştirirsiniz. Her iki yaklaşımı mümkün kılan politik yol ‘çoklu yöntemleri’ kullanmaktan geçer. Kaldı ki, günlük yaşamın içinde ayrıksı bir öğe olmaktan ziyade yaşamın komple kendisi olan ‘kurucu politika’ çoklu ve organik bir etkinliktir. Aksi halde toplumsal gerçeklikle temas kuramama gibi bir (totolojik) olumsuzluk ihtimali yüksektir.
Bireysel dönüşümle eğitim süreçleri arasındaki ilişki neyse, toplumsal dönüşümle politik yol arasındaki ilişki de aynısıdır. İki ilişki biçiminin de öznesi insan, nesnesi ise dış dünyadır. Dış dünya türlü sebeplere ve şartlara bağlı olarak değişip dururken hem öznellikleri belirler, hem de belirlediği öznellikler tarafından belirlenir. Dolayısıyla özne ve nesne olarak ayrıştırdığımız ‘iki öğe’ aynı anda hem etkileyen hem etkilenendir.

Bir okulda yeni dönemin öğrencileri önceki döneme ait öğrencilerin itiraz etmediği bir kuralın değişmesine vesile olabilirler. Değişmiş haliyle (yeni) kural aynı öğrencileri farklı şekilde etkileyebilir ve bu böyle devam eder. Yüz yıl önceki toplumsal özneyi belirleyen ve belirlediği öznellikler tarafından belirlenen nesnel şartlar –bölgesel geriye gidişlere rağmen- bugün son derece farklıdır. Velhasıl sömürü sisteminin form değiştirmesi onunla mücadele yöntemlerinde de değişimi gerektirir, en azından yeni yöntemleri deneyimlemek için yeterli gerekçeyi sunar.

Sistemik iktidar ilişkilerinde etkin rol almak için eğitim kurumlarının ve şirketlerin koydukları hedeflere riayet etmek öğrenciler ve çalışanlar açısından “zorunluluktur”. Kaldı ki sistem kültürü, zorunlulukların resmi prosedürlerinden ve gayrı resmi uygulamalarından oluşur. Radikal dönüşümün imkânlarıysa, dışarısını büyük ölçüde kendisine dâhil etmiş bir sistemin içindedir. Ancak bu tespitimizin -hegemonyanın sürmesine katkı sağlayan- sistemiçi muhalefetle ilgisi yoktur. Diyeceğimiz; ne sistemi (plazma haliyle) yok saymak, ne işlerin tamamını profesyonel siyasetçilere havale etmek, ne de gidişatı zamana bırakmak doğrudur. Yöntem bellidir: Sistemle içeriden ve dışarıdan bağ kurmak ve onu kökten dönüştürmenin çabasından vazgeçmemek.

Sistemin hegemonya tesisinde ‘eğitim’ asıl bağlamından kopartılıp araçsallaştırarak en vasat haline indirgenir. Sistem karşıtlarına düşen, araca dönüştürülmüş bir eğitim gerçeğini yok saymak değil, onunla bağ kurup dönüştürmenin yollarını bulmaktır. Bu bağlamda eğitim ile politik yol arasındaki ontolojik ilişkiyi –eğitimi araçsallaştırma tuzağına düşmeden- güçlendirmek gerekir. Negri’nin de dâhil olduğu bir kısım kuramcı -başta devlet olmak üzere- İmparatorluk’un kurumlarını ‘terk etmek’ gerektiğini iddia ediyorlar, bunu da ‘exodus’ olarak tanımlıyorlar. Kimi kurumlar ya da kurumsallıklar söz konusu olduğunda -ki okullar onlardan biridir- iddiaları tartışmalıdır. Lakin ‘exodus’ önerdiler diye ne Negri’yi ne de onun gibi düşünenleri ‘terk etmek’ doğrudur.

Sorunlu süreçlerle bağ kurmak bizi veri toplamaya, verileri analiz etmeye ve sebep-sonuç ilişkileri kurmaya zorlar. Eksik veya yetersiz olan tezlere de aynı mantıkla yaklaşmak gerekir, zira her tez birer veri niteliğindedir. Yok sayılmaları ya da peşinen terk edilmeleri bilinç-veri diyalektiğine aykırı olduğu gibi, toplumsal özne kurulumunda her yadsıma işe yaramayabilir. Ayrıca bir tezin politik açıdan yetersiz oluşu bağlı olduğu ideolojiye ve (varsa) ütopyasına katkı sunmadığı anlamına gelmez. Hele ki devrimci ideoloji(ler) dâhili çelişkiler üretebildikleri oranda değerlidirler. Pek çok tez ‘çelişkileri ve eksikleri’ üzerinden farklı tezlerle sentezlenebilme potansiyeline sahiptir. Bu açıdan bir tezin işe yarayıp yaramayacağını tayin eden şey geleneksel yaklaşımlardan ziyade nesnel/aktüel şartlardır.

Şimdilik kestirme bir yaklaşımla şöyle bir tez öne sürelim: Bir tezin ‘iyi niyetli’ olup olmadığını anlamak için tezin sahibinin geçmişte ödediği ‘bedellere’ ve şu an aldığı ‘risklere’ bakılabilir. Dokuz köyden kovulmayı göze almak bu açıdan iyidir. Geçmişte bedel ödeyip de niyetleri sonradan bozulanlarla ilgilenmediğimiz gibi, söz konusu kişilerin tezlerindeki apaçık hatalar haklarında hüküm vermek için yeterlidir. Biyografisine baktığımızda Negri’nin yeterli bedeli ödemediğini, canlı söylemlerine ve toplum tasavvuruna baktığımızda da risk almadığını iddia etmek gerçekten güç:

‘1933 yılında İtalya’nın Podua kentinde doğdu. Yazılarında yaşamın devrimci arzu temelinde yeniden üretilişini ve kurucu eylemin yeni ufkunu Spinoza’dan aldığı esinlerle ele aldı. Çalışmaları Marx, Foucault ve Deleuze-Guattari ikilisiyle çarpıcı yakınlıklar ve diyaloglar sergiledi. Küresel akış ve sınırsız emek sömürüsü düzleminin karşısına devrimci öznellikleri ve karşı-imparatorluğu çıkardı. Sol çevrelerde büyük izler bırakan -İtalyan işçi hareketinin simgelerinden- Autonomia hareketinin doğumuna katkı sundu. 1979 yılında radikal sol örgüt Kızıl Tugaylar’a destek vermek ve Aldo Moro suikastiyle ilişkili olmak iddiasıyla tutuklandı. Kızıl Tugaylar ile ilişkisi kanıtlanamadı, buna rağmen dört buçuk yıl hapiste kaldı ve Radikal Parti’nin listesinden cezaevindeyken İtalyan Parlamentosu’na seçilerek serbest kaldı. Ancak dokunulmazlığı kaldırıldı ve İtalya’yı terk etmek zorunda kaldı. 1997’ye kadar Fransa’da yaşadı, aynı yıl çıkan af ile cezasının on üç yıla inmesi üzerine İtalya’ya döndü ve 2003’e kadar hapiste kalarak cezasını tamamladı. Halen dünyanın dört bir yanında konferanslar vermekte, küreselleşmenin sömürü düzenine karşı tekilliklerden örülü yeni bir uzam için devrimci, özgürlükçü söylemlerde bulunmaktadır’3. Devam etmek dileğiyle…

1 Müfettişoğlu, Bir kirli beyaz yakalının kafa sesleri, BirGün Pazar, 2013
2 Kelly Nyks, Peter D. Hutchison, Amerikan Rüyasına Ağıt, 2015
3 Antonio Negri, Sürgün, Monokl Yayınları, 2013