ABD Doları’nın, faizlerin yükseldiği bir ortama Batı ve Çin ekonomilerinde yaşanan gelişmeler eklenince, çevre ekonomilerinde 1998-2001 yılları arasında meydana gelen mali krizler akla geliyor

2016, dünya ekonomisi için bir kriz yılı mı olacak? Bu olasılık IMF, Dünya Bankası, BIS, OECD gibi dünya sisteminin komuta merkezlerinde o kadar sık tekrarlanıyor ki, soruya ışık tutabilecek bilgileri gözden geçirmek yararlı olacaktır.

Kapitalizmin krizi söz konusu ise, sistemin merkezinden, yani metropol (Batı) ekonomilerinden başlamak uygundur.

Metropol ekonomileri: Kriz değil, uzun süreli durgunluk
Emperyalizmin merkezini oluşturan ABD, AB ve Japonya ekonomileri 2016 başında bir kriz ortamı içinde değildir. Dev ekonomilerin küçülmesi, Japonya hariç, 2009’da son bulmuştur. Avro Bölgesi’nin zayıf çevresini etkileyen borç krizi ise, Yunanistan dışında aşılmış görünmektedir.

Yaygın bir saptama söz konusu: Batı ekonomilerinin temel sorunu 2008 krizinin bu yıl tekrarı değil, uzun dönemli bir durgunluğun yerleşmiş olmasıdır. 20’nci yüzyılın tüm kriz ve gerileme göstergeleriyle karşılaştırmalar yapılmış ve 2008-2009 sonrasındaki canlanmanın çok cılız kaldığı belirlenmiştir. Batı ekonomilerinin bütününde kriz öncesine (2002-2007’ye) göre büyüme potansiyeli düşmüştür. Bu durumun kalıcı olduğu anlaşılmaktadır.

Yerleşik iktisatçılar, nedenleri sorguladıklarında Marx ve Keynes’in geçmiş katkılarını yeniden keşfediyorlar: Üretken sektörlerin ortalama kâr hadlerindeki düşme sürmektedir. Finans ve uzantısı olan sektörlerin artık değerden aldığı pay yükselmiş; bu olgu, sermaye birikim oranlarını ayrıca da aşındırmıştır. Finans kapital kamu harcamalarında artışları engellemektedir. 2008 öncesindeki abartılı borçlar hâlâ ödenmektedir; tüketim talebi de bu nedenle canlanmamaktadır. Lawrence Summers, iki yüzyıl önce J.B.Say tarafından ortaya atılan ünlü yasayı (“her arz, kendi talebini yaratır”) tersine çevirerek durumu özetliyor: “Talep eksikliği arz eksikliği yaratır” (Voxeu.org 20 Ekim 2014). Ancak, bu eleştirinin öncüleri olan Marx ve Keynes’e referans vermeden…

Bu ortamda merkez bankalarının parasal genişlemesi, üretken sektörlere değil, kâğıttan varlıklara dönük talebe yönelmekte; finansal balonlaşmayı beslemektedir.

Sermaye birikimindeki aşınma, teknik ilerleme temposunu, dolayısıyla emek veriminde artış eğilimini de aşağı çekmiştir. Belirlendiğine göre ABD ekonomisinde emek veriminin yıllık artış oranı, 1990-2007 döneminde %2,5, son beş yılda %1’in altına (0,9’a) düşmüştür. Japonya ve Almanya’da nüfus azalmakta; ABD’de ise yaşlanma nedeniyle faal nüfus oranı düşmektedir. Dolayısıyla işgücü arzı da aşınmaktadır.

Nüfusları da artmayan zengin ülkelerde sıfır büyüme niçin olumsuz karşılansın? Dünya zenginlerden ibaret değildir. Dışa dönük talep (ithalat) artamayacağı için durgunluk çevre ekonomilerine (“garibanlara” da) taşınacaktır.

Robert Skidelsky, çevrenin (“garibanlar”ın) var olmadığı iyimser bir gelecek öngörüsü yapmaya çalışıyor (Project Syndicate, 20 Mayıs 2014). Nüfusun, tüketimin, net sermaye stokunun, milli gelirin yıldan yıla aynı kaldığı; yani hiçbir şeyin değişmediği sıfır büyümeli bir “bolluk dünyası” hayal ediyor ve soruyor: “Daha fazla boş zaman ve dengeli tüketime dönüşmüş bir yeryüzü cenneti [mi?]”. Yanıtı olumsuzdur: “Liderlerimiz buraya ulaşmamızı önleyeceklerdir.”

Skidelski’nin sorusu dahi ütopiktir. Batı ekonomileri; sıfır büyüme, durgunluk ortamına sürüklenirken, burjuvazilerin (“liderlerimizin”) göreli güçleri de artmıştır. Herkes bilmektedir ki ücretlerin milli gelirden payı çarpıcı boyutlarda aşınmış; nüfusun en zengin katmanlarının (tekelci finans kapitalden nemalananların) milli gelir ve servet içindeki payları tırmanmıştır. Finans kapitalin gemlenemez iştahı, büyümeyen bir ekonomide daha da sert bölüşüm gerginliklerine yol açacaktır.
Kısacası, 2016’da metropol ekonomilerinde finansal ve ekonomik bir kriz değil, toplumsal gerilimleri beslemesi kaçınılmaz olan bir durgunluğun yerleşmesi söz konusudur.

Çin kendini kurtarır. Ya diğerleri?
Çin, artık dünyanın ikinci en büyük ekonomisidir. Milli geliri ABD’den daha hızlı arttığı için, her yıl dünya ekonomisinin büyümesine en çok katkı yapan ülke de Çin’dir. IMF, birkaç ay önce Çin’in ulusal parası renminbi’yi (RMB’yi) uluslararası ekonominin (dolar, avro, sterlin ve yen’den sonra) beşinci rezerv parası yapmıştır. Böylece Çin, adım adım emperyalist sistemin merkezine terfi etmekte; büyüklüğü, ekonomik ve siyasî gücü sayesinde sistemin hegemonyasını paylaşmaya aday olmaktadır.

Bu nedenlerle 2015’in ikinci yarısından itibaren Çin’den gelen kötü ekonomik haberler, çalkantılara yol açmıştır.

Önce, 2010-2014’te ortalama yüzde 8,6’lık bir tempoyla büyümüş olan Çin ekonomisinin beş yıllık büyüme hedefi yüzde 6,5’e indirildi. Aslında bu beklenen bir haberdi: Kırsal emek rezervlerinin tükenmeye, ücretlerin tırmanmaya başlaması nedeniyle hizmetler sektörü, ihracat öncelikli sanayinin önüne geçecek; tüketim, sermaye birikiminden daha hızlı artacaktır.

Çin yönetimi, fazla zorlanmadan bu dönüşümü hayata geçirecek deneyime, beceriye sahiptir. Ne var ki, bu büyük ekonominin büyüme temposunun dörtte bir oranında yavaşlaması; dahası, (tüketimin ve hizmetlerin öne çıkması nedeniyle) ithal gereksinimi daha düşük bir ekonomik yapıya geçmesi, uluslararası hammadde ve temel girdi fiyatlarının düşmesine katkı yapacak; ihracatçı ekonomileri olumsuz etkileyecektir.

Diğer kötü haberler, finans alanındadır: Şanghay ve Şenzen borsalarında sert inişlerle sonuçlanan dalgalanmalar olmuş; Çin Merkez Bankası’nın 4 trilyon (4000 milyar) dolara yaklaşan rezervlerinde 500 milyarlık bir erime meydana gelmiş; yine de bir istikrar öğesi olarak kabul edilen RMB, altı ayda dolara göre yüzde 6 değer yitirmiştir.

Finansal çalkantılara karşı Çin yönetimi sınama-yanılma arayışlarına ve tutarsızlıklara sürüklenmiştir. Ne var ki, bu sorunlar Çin ekonomisini sarsacak özelliklerde, boyutlarda değildir. Borsaların ekonomide kapladığı yer, etkileri sınırlıdır. RMB’nin değer yitirmesi kısmen hedeflenmişti. Merkez Bankası’nın astronomik rezervlerinin bir miktar erimesi sonrasında RMB’nin daha düşük bir düzeyde istikrara kavuşması; denetim kuralları gözden geçirildikten sonra borsalara fazla müdahale edilmemesi beklenmelidir.

Ancak, RMB’nin değerindeki düşmenin, çok sayıda ülkeyi bir dizi rekabetçi devalüasyona, “kur savaşlarına” yönlendireceği anlaşılmaktadır.
Bu bilgiler ışığında çevre ekonomilerini de gözden geçirelim.


Çevrenin krizi: 1998-2001’in tekrarı mı?
ABD dolarının, faizlerin yükseldiği bir ortama, Batı ve Çin ekonomilerinde yukarıda değindiğim gelişmeler eklenince, çevre ekonomilerinde 1998-2001 yıllarında meydana gelen krizler akla gelmektedir. O tarihlerde ve bugünlerde sermaye hareketlerinin canlanma ve gerileme konjonktürlerini karşılaştırmak anlamlı olacaktır.

Önce canlanma dönemlerini karşılaştıralım
1990-1997 ve (son uluslararası krizi izleyen) 2010-2013 yılları arasında benzerlikler vardır. Önceki dönemle ilgili kapsamlı bir araştırma yapmıştım ve 1990-1997 döneminde çevre ekonomilerine yabancı sermaye girişlerinin yıllık ortalama artış oranının yüzde 25 civarında seyrettiğini hesaplamıştım.

Mutlak sayılara değil de değişim tempolarına odaklanırsak 2010’da başlayan canlanma konjonktürüyle benzerlikler ortaya çıkıyor. Batı merkez bankalarının 2009’un sonlarında başlattığı likidite genişlemesinin bir bölümü çevre ekonomilerine taşındı. The Institute of International Finance’ın (IIF’nin) otuz “yükselen piyasa ekonomisi” üzerinde bulguları var. 2010-2013’te net sermaye girişlerinde yıllık artış oranı yüzde 23’tür. Bir önceki döneme çok yakın bir canlanma söz konusudur. Günümüze yaklaştığımız için mutlak sayıları da vereyim: Bu ülkelere 2009’da net sermaye girişi 593 milyar dolar, 2013’te 1377 milyar dolardır.

Sermaye hareketlerindeki gerileme konjonktürlerini de karşılaştıralım
1997 sonunda Tayland’da finansal bir çalkantı, sert sermaye çıkışlarına yol açar; önce tüm Doğu Asya’ya, sonra Rusya, Türkiye ve Latin Amerika’ya yayılır. 1998-2001 boyunca çevre ekonomilerine dönük net sermaye akımları her yıl ortalama yüzde 27 oranında düşmüştür. Bu dışsal şokun ülke ekonomilerindeki tipik yansımaları, önce döviz fiyatlarının tırmanması, sonra finansal krizlerin patlak vermesi ve milli gelirlerde en az bir yıllık küçülme olur. O yıllarda sermaye hareketlerini etkili biçimlerde denetleyen Hindistan ve Çin bu krizlerin dışında kalır.

Bugüne gelelim. Fed’in parasal daralmaya başlama olasılığı, 2014’te finansal tedirginliklere yol açıyor; çevre ekonomilerine sermaye giriş temposu yavaşlıyor. IIF’nin Ocak 2015 raporuna göre, otuz yükselen piyasa ekonomisine 2014’teki net sermaye girişi bir yıl öncesine göre %18 düşer. 2015’i kapsayan veriler henüz yoktur; ancak ön-göstergelere göre aynı süreç devam etmektedir.

1998-2001 konjonktürünün kriz uzantıları, 2015’te tekrarlanmakta mıdır? Türkiye dahil çevre ekonomilerinin pek çoğunda döviz fiyatları tırmanmıştır; ancak, finansal krizler henüz patlak vermemiştir. 2015’te küçülen tek “yükselen piyasa ekonomisi” Brezilya’dır. 1998’de Tayland ile başlayan bunalımlar zincirinin bu yeni çevrimdeki ilk örneği mi; bu ülkeyle sınırlı, geçici bir olgu mu?
Çevre ekonomilerindeki değişimleri de dikkate alarak 1998-2001 krizi ile 2015 ve sonrasındaki benzerlik ve farkları ileride tartışmak üzere…