Bu Anayasa, 1982 yılında kabulünden sonra tam on iki defa değişikliğe uğradı; son olarak da yine bir “12 Eylül” günü; “radikal demokrat”ların “yetmez, ama evet!” nidaları arasında...

2015’e veda gününde, bu sabah yine gazete manşetleri arasında dolaşıyordum. Çoğu yine her zamanki gibi dehşet saçmışlar. Büyükler ise, bu karanlık atmosferin ağırlığı altında, biraz da umut dağıtmaya çalışmışlar. Vesile de hazır: “Yeni Anayasa” görüşmeleri. Malum ya, dün Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu bir araya gelip bu konuyu görüştüler. Konuşma iki saati aşmış..

Peki, sonuç?

“Ruh’unda uzlaştılar!”, diyor Milliyet. Haber-Türk de geri kalmamış. O da, “Mutabakat tamam!” diyor. “Mutabakat”ın ne olduğunu ise Hürriyet’ten öğreniyoruz: “12 Eylül mutabakatı!”. Sabah da onaylıyor: “Darbe anayasası tarihe karışacak!”. Ve nihayet Cumhuriyet: “12 Eylül’ün izleri silinecek!”..

• • •

Bir an düşündüm ve doğrusu biraz da ürperdim. Bu Anayasa, 1982 yılında kabulünden sonra tam on iki defa değişikliğe uğradı; son olarak da yine bir “12 Eylül” günü; “radikal demokrat”ların “yetmez, ama evet!” nidaları arasında. Demek ki gerçekten de yetmemiş; şimdi de bu ıslah olmaz nesneyi toptan kaldırmak ve yerine bir yenisini koymak istiyorlar.

Düşündüm ve aklım gençlik yıllarıma, “anayasa asistanı” olduğum senelere gitti.

• • •

2016-ya-girerken-yeni-anayasa-mi-dediniz-101211-1.Neredeyse altmış yıl oluyor, 1959’da Mülkiye öğretim kadrosuna “anayasa asistanı” olarak katılmıştım. Mutluydum; hararetle anayasacılığın temel ilkelerini ve o sırada yürürlükte olan 1924 Anayasası’nı inceliyordum. Ne var ki coşkum uzun sürmedi; daha bir yıl bile geçmeden bir sabah gürültülerle uyandık. Darbe olmuş, “anayasam” yürürlükten kaldırılmıştı.

Aslında siyasi planda hiç de üzgün değildim; daha bir ay önce Menderes’in askerlerinin ateş açtığı bir kurumda yaşıyordum ve İdari İlimler Enstitüsü’nde nasıl yerlere yattığımızı daha dün gibi hatırlıyorum. Yine de yaşadıklarım bende kariyerim açısından bir şok etkisi yapmıştı. İzleyen yıllarda bende şu düşünce hâkim oldu: Bir ülkenin anayasası, o ülkenin tarihi ve bu tarih içinde oluşan toplumsal güçleri incelenmeden anlaşılamaz. Daha sonraki çalışmalarıma ve anayasa kürsüsünden ayrılarak siyaset bilimi kürsüsüne geçmeme de bu anlayış temel teşkil etti.

Elbette ki anayasacılığı hiçbir zaman küçümsemedim; fakat toplumsal yaşamda asıl belirleyici güçlerin daha derinlerde, “maddeler” halinde okuyamayacağımız toplumsal ilişkilerde yattığını hissetmiştim. Ve sanırım ki Türkiye’de bu yeterince anlaşılmadığı için ikide bir “anayasa krizi” yaşıyor ve Kuran’da ayet arar gibi, Batılı anayasalarda yeni maddeler arıyoruz. Çoğu kez de büyük bir riyakarlık içinde.. Bugünlerde olduğu gibi..

• • •

Bu sabah gazetelere bakarken “Anayasacı yıllarım”a döndüm dedim ya, elimde 1982 Anayasası, “cumhurbaşkanlığı” ile ilgili maddeleri okuyorum. 104. madde: Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini sayıyor. “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır; diyor; bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir”. Sonra da bu görevi yerine getirebilmesi için kendisine verilen yetkileri sıralıyor. Belki de Anayasa’nın en uzun maddesi; yetkiler say say bitmiyor. Yine de yetmiyor. Tayyip Bey “Evet, ama yetmez!” diyor ve ille de “Başkanlık sistemi” diye ısrar ediyor. Ve bu arada “Anayasa’nın uygulanmasını ve Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını” sağlamak için de yurt içindeki tüm vatan hainlerini devamlı ihbar ediyor: Seçmenlerine, muhtarlara, esnaf ve sanatkarlara, herkese.. Zaman zaman da savcılara..

• • •

Durum bu; bakalım 2016 yılında Başkanlık Sistemi”ne geçebilecek miyiz?

2016-ya-girerken-yeni-anayasa-mi-dediniz-101212-1.Ben ise, yine eski yıllara dönüp bir de şunu hatırlıyorum: “Dış politika” denilince biz eski kuşakların aklına son yıllara kadar sadece “Kıbrıs Sorunu” gelirdi. Kuşkusuz arada krizler yaşamadık değil; örneğin 1990’daki ilk Körfez Savaşı gibi. Baba Bush’la Özal’ın birbirlerine “George” ve “Turgut” diye hitap ettikleri günlerdi. Ne var ki işler sarpa sarmış, Batı’da “yoksa Özal Musul hesapları mı yapıyor?” diye kaygılar doğmuştu. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay da bu koşullarda istifa etmişti. Torumtay Paşa daha sonra “Anılar”ında bu kararını şu satırlarla savundu: “(..) en seri ve akıcı durumlarda dahi bir değerlendirme ve koordinasyona dayanması gereken kararlar, Cumhurbaşkanı tarafından şahsi ve merkezi bir biçimde ele alınmaya başlanmış ve kriz yönetimi ve karar mekanizması diye bir şey kalmamıştı.” Yine de Özal suples göstermiş, krizin büyümesi önlenmişti.

• • •

İlginç değil mi, bu günlerde de gündemde Musul var ve Musul IŞİD’in işgali altında. Yine de Irak, IŞİD’i değil de Başika’da asker bulunduran Türkiye’yi tehdit ediyor ve neredeyse bütün Arap ülkeleri de arkasında.. Özal 1990’da “Irak tehlikesi” karşısında NATO’ya başvurmuştu ve İlhan Selçuk da “Utanç başvurusu” başlıklı bir yazıyla geniş bir kitlenin duygularına tercüman olmuştu. Şimdi, “zamanın ruhu” diyelim, kimseden ses çıkmıyor. Ya da çıkıyor; Hürriyet’te bugün Özkök’ün yazdığı yazı gibi.. “Milli refleks” adına, herkesi “Arap tavrı”na karşı bir milli tavır koymaya davet etme şeklinde.. Tabii bir de NATO var; sıkışırsak yine oraya da başvururuz..

• • •

Birinci Körfez krizi ile ilgili yazımı “Türkiye’nin bir Ortadoğu politikası yoktur” diyerek noktalamışım. Şimdi düşünüyorum da yoksa böylesi daha mı iyiymiş? Baksanıza bugünlerde İran düşmanımız, Suriye düşmanımız, Mısır düşmanımız, İsrail düşmanımız, Irak düşmanımız..

Yetmedi mi?

Yetmedi; bir de Rus uçağı düşürerek listeye Rusya’yı da ekledik. Ve “milli refleks”imizle bu dış politikamızın arkasında da duruyoruz. Baksanıza İlker Başbuğ Paşa bile, iki yıl Silivri’de nöbet tuttuktan sonra TV ekranlarına çıktı ve “başka türlü yapamazdık” dedi. Ne de olsa “angajman kuralları” söz konusu. Görüldüğü gibi artık bir “dış politikamız” var.. Hani derler ya, “gelin kalktı, köyü yıktı” kabilinden..