2017’nin “referandum” yılı olması nedeniyle, Kredi Garanti Fonu adı verilen bir mekanizmayla tam 364 bin işletmeye Hazine garantili 220 milyar TL’lik kredi açıldı. Bu hamle, haliyle büyümeyi köpürttü. 2018’de benzer bir sıçramayı gerçekleştirmek mümkün olmadığı gibi, ödenemeyen ana para ve faizler nedeniyle, Hazine’ye bütçe açığını artıracak bir maliyet binme ihtimali de yüksek görünüyor

2017'de dünya ve Türkiye ekonomisi

2017 Küresel Finansal Kriz’in 10. yıldönümüne denk geliyordu. Kriz sonrası trendler çerçevesinde bakıldığı zaman, geçtiğimiz yıl dünya ekonomisinde göreceli bir istikrar gözlendi. En son yayımlanan OECD Ekonomik Görünüm Raporu'nda, 2017 dünya büyümesinin yüzde 3.6 olarak gerçekleşeceği; yılı ABD’nin yüzde 2.2, Avro Bölgesi’nin 2.4, Japonya’nın ise yüzde 1.5’luk bir performansla kapatacağı görülüyor. Gelgelelim bu oranlar, 2007 öncesi dönemin, örneğin ABD’nin ortalama yüzde 3’lük büyüme ivmesinin çok altında.


Öte yandan, kriz sonrası gündeme gelen ayrışma (decoupling) tezinin, yani Çin ve Hindistan gibi “yükselen ülkelerin”, kapitalist metropollerdeki durgunluğa rağmen yüksek büyüme tempolarını sürdürebileceği öngörüsünün artık pek sözü edilmiyor. Çünkü, Hindistan ve Çin’de büyüme yüzde 6 civarında seyrederken, Brezilya’nın 2 yıllık durgunluğun ardından 2017’de ancak yüzde 0.7’lik bir performans sergileyeceği tahmin ediliyor.

Özetle, küresel kapitalizmin 2007'de ABD eşik altı konut piyasasında patlak veren krizi henüz atlatamadığı görülüyor. Dünyayı likiditeye boğan, eksi faizle simgelenen “para politikalarına”, yer yer genişlemeci “maliye politikalarına” karşın, “konjonktürel önlemlerle” durgunluğa çare bulunamadı. 2. Dünya Savaşı sonrası, “kitle üretimi ve Refah Devleti” aracılığıyla hızlı büyümeyi ve emekçi sınıflar dahil farklı toplumsal sınıfların yaşam standardını yukarı çekmeyi başaran türde “yapısal” bir çözüm de üretilemedi. Ezilen sınıflar ise, güç ilişkilerini ve mülkiyet yapılarını emekçilerden yana değiştirecek bir “sistemik” dönüşüme henüz imza atamadılar. Gramsci’nin malum sözleriyle, “eskinin öldüğü, yeninin henüz doğmadığı” bir zamandan geçmeye devam ediyoruz.

2017 rantiyelerin yılı
2017’ye de, Trump’a “borsa tam 6 trilyon dolar yükseldi” şeklinde böbürlenme fırsatı veren finansal piyasaların yükselişi, rantiye sınıfların kazançlarının artışı damga vurdu. Bu “saadet” rüzgârına, gelirleri yerinde sayan sade yurttaşlar ancak “borçlanarak” ayak uydurabildiler. Araştırmalar, 2007’den bu yana şirket ve hane halkı toplam borcunun yükselmeye devam ettiğini, gelişmiş ülkelerde GSMH’nin yüzde 195’ine, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 138’ine ulaştığını gösteriyor. Faizlerin yükselmesiyle, iflasların başlaması tehlikesi var. Bir panik ortamında, Almanya’da ve Çin’de ihracat sektörüne aşırı yatırımlar ile ABD ve İngiltere’de emlak sektöründeki şişkinlik küresel ekonominin yumuşak karnını oluşturuyor.

Eşitsizlikler derinleşiyor
Thomas Piketty ve arkadaşlarının hazırladığı, 1. Dünya Eşitsizlik Raporu, 2017 sonunda gelir ve servet adaletsizliğinin geldiği ürkütücü noktayı gözler önüne serdi. Raporun bulgularına göre, 1980’le 2016 arasında dünyanın en zengin yüzde birinin geliri, yoksul yüzde ellisinin iki katı kadar arttı. Dünyanın en zengin 76 bin kişisi, yani 100 binde biri ise toplam gelirin yüzde 4’üne el koyuyor.

Oxfam örgütünün araştırması da, dünyanın en zengin 8 kişinin servetinin, alttaki 3.6 milyar kişinin toplam serveti kadar olduğunu ortaya koymuştu. Bu eşitsizlik göstergeleri, gelirin fonksiyonel dağılımına da, yani emeğin ve sermayenin payı göz önüne alınarak yapılan hesaplamalara da yansıyor. Bir OECD-ILO ortak çalışması, 1990’dan 2009’a toplam gelirden emeğin payının yüzde 66.1’den, yüzde 61.7’ye gerilediğini gösterdi.

Tepkiler radikal sağa yarıyor
Dünyadaki bu eşitsizlikler ve adaletsizlikler, emekçiler arasında tepkisel eğilimlerin güçlenmesine de yol açabiliyor. “Elitlere”, “teknotratlara” karşı çıkayım derken, güçlü bir demagogdan medet uman, ulusun geçmiş “mutlu ve güçlü” günlerinin peşine düşen sağ akımlar güçlenebiliyor.

Neoliberal proje, 2016’daki Brexit ve Trump’ın zaferiyle sembolize edilen bu tepkiyi, “Almanya, Fransa, Hollanda” seçimlerinde “statükocu” seçeneklerle şimdilik püskürtmeyi başardı. Ama alttan alta, kendi yaşam koşullarından şikâyet eden kitlelerin tepkisi mayalanıyor; dinsel ve etnik azınlıkları karşılarına alarak öfkelerinin yanlış hedeflere yönelmelesine yol açabiliyor.

Nitekim, “otomasyondan şikâyetçi”, “Çinlilerin ve Meksikalıların ekmeklerini elinden aldığına inanan” işçilerin Trump’a oy verme eğiliminin yüksek olduğu biliniyor. 2017’nin son günlerinde “Noel hediyesi” olarak reklamı yapılan vergi indirimlerinin en zenginlere ve çok uluslu şirketlere yarayacağı ortada. Düşük vergi gelirleri, en fazla sosyal hizmetleri vuracak, dolayısıyla kamusal programlara bel bağlayan yoksulların zararına sonuçlar verecek…

OHAL gölgesinde Türkiye ekonomisi
Türkiye ekonomisinin, geride bıraktığımız 2017 yılına ilişkin değerlendirmesine geçmeden önce bazı noktaların altını çizmekte yarar var. Birincisi, ekonomik analizler, açıklanan istatistikler veri alınarak ve “neoliberaller tarafından inkâr edilse de” sınıfsal tercihler doğrultusunda gerçekleştirilir.

TÜİK’in 2016’da uygulamaya soktuğu “milli gelir serileri” inandırıcılıktan uzak olmakla birlikte, kendi veri setimizi türetemeyeceğimize göre, tüm şüphelerimize karşın bu istatistikler temelinde değerlendirme yapmak zorundayız. İkincisi, KHK’ler ile yönetilen; gazetecilerin, seçilmiş milletvekillerinin demir parmaklıklar arkasında bulunduğu; yargının bağımsızlığına, hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerliliğinin sürdüğüne kimsenin inancının kalmadığı bir ülkede, ekonomi politikası önerilerinin fazla kıymet-i harbiyesi kalmadığının farkındayız.

En somut örnek, iç savaşa davetiye çıkaran, faşist milislere âdeta infaz yetkisi veren 696 sayılı KHK. Aynı metinde, Meclis’in “bütçe hakkını” ilga eden, denetime kapalı Varlık Fonu’na Hazine’den dizginsiz kaynak aktarma fırsatı tanıyan, Savunma Sanayi Fonu’na Hazine’den izin almadan borçlanma olanağı veren ( bkz. Uğur Gürses , Hürriyet 27 Aralık 2017 ) kararların esamisi bile okunmadı. Çünkü, “ yaşam hakkı” tehlikedeyken, normal bir konjonktürde gündemin tepesine oturacak ölçüde vahim düzenlemeler haliyle “ikincil” önemde kaldı.

Bu dönemde sade yurtaşlara olsa olsa, enflasyonun iki hanelilere tırmandığı, AKP sözcülerinin büyüme hızıyla böbürlendiği koşullarda, “enflasyon+refah artış payının” altında ücret artışlarını kabul etmeyin; sakın ha döviz cinsinden borçlanmayın; işsizlik sigortası fonunda biriken 110 milyar TL’nizin amacı dışında kullanılmasına katiyetle izin vermeyin, türü pratik önerilerde bulunulabilir.

Yüksek büyüme inandırıcı değil
Ekonominin 2017 yılını yüzde 6- 6.5 aralığında bir büyümeyle kapatacağı anlaşılıyor. Ne var ki, “ölçülen sıcaklık-hissedilen sıcaklık” ayrımına benzer biçimde, yüksek büyüme temposu ortalama yurttaşın kendi yaşamına yansımıyor. Özellikle yılın üçüncü çeyreğine ilişkin, yüzde 11.1 büyüme açıklaması halk arasında şaşkınlıkla karşılandı. Aslında bu ifade bile, fazla yoruma gerek bırakmadan çok şey anlatıyor olmalı...

Yine de biraz ayrıntılara girersek, 15 Temmuz nedeniyle 2016’nın üçüncü çeyreğinde ekonomik faaliyetler birden durmuş, yüzde 0.8 daralma yaşanmıştı. Baz etkisi kaynaklı olarak üçüncü çeyrekte büyüme ivme artırmış göründü; halbuki, 2016-2017 iki dönemin ortalaması yüzde 5’e, alışılmış tempoya denk geliyor. Nitekim, 2017’nin 3. çeyreğinde, yılın 2. çeyreğine göre yüzde 1.2’lik, fazla parlak sayılamayacak bir büyüme gözlendi.

Hızla büyüyen bir ekonominin yeni iş kapıları açması, işsizliğin kayda değer ölçüde düşmesi gerekir. Halbuki en son açıklanan üçüncü çeyrek işsizlik oranı yüzde 10.6 ile, 2016’nın aynı dönemindeki yüzde 11.3 oranının ancak yüzde 0.7 altında. Eğer istatistikler doğruysa, “istihdamsız büyümenin” 3.4 milyon işsiz yurttaşımız açısından teselli verecek bir yanı bulunmuyor.

“İkili Açık” tehlikesi
Kaldı ki, 2018 yılında büyüme temposunun ciddi ölçüde yavaşlayacağını tahmin etmek zor değil. Çünkü 2017’nin “referandum” yılı olması nedeniyle, Kredi Garanti Fonu adı verilen bir mekanizmayla tam 364 bin işletmeye Hazine garantili 220 milyar TL’lik kredi açıldı. Bu hamle haliyle büyümeyi köpürttü. 2018’de benzer bir sıçramayı gerçekleştirmek mümkün olmadığı gibi, ödenemeyen ana para ve faizler nedeniyle, Hazine’ye bütçe açığını artıracak bir maliyet binme ihtimali de yüksek görünüyor.
Beyaz eşya ve mobilyaya vergi indirimleri, istihdama yönelik gelir vergisi ve sigorta teşvikleri de kamu maliyesini bozmak, enflasyonu daha da tırmandırmak pahasına büyümeyi suni biçimde yukarı çekti. 2018’de, benzer uygulamaların sürdürülmesi halinde, “cari açığın” yanına “bütçe açığı” da eklenince, yabancı sermaye açısından çok olumsuz etkisi olan “ikili açık” ortaya çıkacak. Yok, “istikrara” yönelik bir çizgi izlenirse, bu kez büyüme hızı bıçak gibi kesilecek, bütçe bu kez de vergilerden mahrum kalacağı için açık verecek...

Şu anda yaşı 15-29 arasındaki 100 gençten 29’unun “ne işi ne de okulu” olduğu görülüyor. Bu oran kadınlarda yüzde 42’ye kadar çıkıyor. Soluğu kesilen büyümenin, bu ağır “sosyal tabloyu” daha da korkutucu hale getireceğini kestirmek zor değil…

“Sıcak Para” bağımlısı ekonomi
2017 yılını da, “dış güçler”, “Türkiye ekonomisinin dünyada yükselişini hazmedemeyen hain odaklar” ifadeleriyle geçirdik. Eğer bu sözler samimi olsa, AKP’nin 15 yıllık iktidarında, en azından ekonomide dizginsiz sermaye akımlarına düzenlemeler getirmek, “sıcak paraya” yönelik vergi ve stopajları yükseltmek yönünde adımlar atılabilirdi. Halbuki 2002’den beri, “uluslararası spekülatif para akımlarına” hayırhah davranan, “neoliberal finansallaşmanın” gereklerine riayet eden bir iktidar var.

Nitekim son rakamlara göre Türkiye’nin dış borçları 432 milyar dolarla rekor bir düzeye ulaşmış durumda. GSYH’nin yüzde 52’sine denk gelen, 2002’den beri ilk defa yüzde 50’lik psikolojik sınırın ötesine geçen bir düzeyle karşı karşıyayız. Özellikle reel sektör şirketlerinin 212 milyar dolar döviz açığı, 114 milyar dolar döviz varlığına karşı 326 milyar dolar döviz yükümlülüğü ekonominin sıcak karnını oluşturuyor.

Türkiye’nin önümüzdeki 1 yılda ödemesi gereken 170 milyar dolar dış borcu, 40 milyar dolar düzeylerinde seyreden cari açığı bulunuyor. Bu 2018’de 210 milyar dolar taze döviz ihtiyacı demek. Üstelik ülke giderek daha az doğrudan yatırım alıyor. Son bir yıldaki 8.5 milyar dolara kadar çekilme, ekonomiyi artan ölçüde, “borsaya ve iç borçlanma senetlerine” gelen “sıcak paraya” bağımlı hale getiriyor. İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan, “Bazı iş adamlarının varlıklarını yurtdışına kaçırma gayretleri olduğunu duyuyorum… Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir” demesinin hemen ardından tükürdüğünü yalamak zorunda kalıyor. Aynı hafta Merkez Bankası 50 baz puan faiz artışıyla “spekülatif sermayeye“ diyet ödemek zorunda kalıyor…

Mücadelenin anahtarı
Son araştırmalar, işsizlik ve hayat pahalılığının yurttaşların bir numaralı şikâyet konusu haline geldiğini ortaya koyuyor. Tayyip Erdoğan’ın 2017 Temmuz’unda yabancı yatırımcılarla yapılan bir toplantıda, “OHAL’i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz” sözleri bile, aslında mücadelenin anahtarına işaret ediyor. Toplumsal muhalefete önümüzdeki dönem; halkın işsizlik ve enflasyon sorununun çözümünün, “OHAL” ile kopmaz bağlantısını izah edebilmek; “demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü” benzeri konularda mücadeleyle emekçilerin ekonomik hak taleplerini birleştirecek bir hattı örebilme görevi düşüyor.