2017, AKP’nin küresel ve bölgesel politik krizlere karşı Türkiye’yi çok daha kırılgan hale getirdiği bir yıl olarak tarihe geçti. Yeni Osmanlıcı düşlerden vekâlet savaşlarında taşeronluk düzeyine inmiş bir askeri-politik dış politikaya Türkiye’yi mahkûm eden iktidar, varlığını sürdürmek adına emperyalist aktörlere ödün üzerine ödün verdi

2017’nin dünya siyasetine Türkiye’den bakmak

Hepimiz 2017 yorgunuyuz. 2016’nın son dönemeci zor bir yılın habercisiydi. Bugün ise çok daha çetin geçecek bir yılın arifesindeyiz. Türkiye’nin sert gündemi bize hep aynı soruyu sorduruyor: AKP, uluslararası arenada bunca yıpranmışlığa ve itibar kaybına rağmen nasıl hâlâ manevra yapabiliyor? Küresel güç dengesi AKP’nin iktidarını sürdürülmesinde ne denli etkili?

Bu soruların cevabını ararken 2017 önemli bir yıl olarak tarihe geçecek. Peşinen söyleyelim, uluslararası ölçekte neoliberalizmin krizi ve tetiklediği sürekli gerilim, merkez sağ ve merkez sol siyasetin altını oymaya devam ediyor. Almanya’da aşırı sağcı AFD’nin meclise girmesi ya da Fransa’da Marine Le Pen’in cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci sıraya kadar yükselmesi başlı başına birer gösterge. Sağ popülizmin küresel düzeyde yükselişe geçmesi ve tehdit algılamasındaki artış, özellikle krize karşı kırılgan coğrafyalarda tabanda biriken kitlesel öfkenin manipüle edilmesini beraberinde getiriyor. Yalnızca göçmenler, azınlıklar değil birçok ülkede demokratlar, sosyalistler de topun ağzında. Saray-AKP iktidarı gibi kendi ikbalini uluslararası güç dengesindeki boşluklardan yararlanma üzerine kuran aktörler, ülke sınırları içinde muhaliflere yönelik baskıları artırıyor ve bu baskılar nedeniyle nadiren somut sonuçlar doğuran yaptırımlarla karşılaşıyor. Ötesinde bu muğlaklık, Türkiye özelinde iktidara sahte/içi boş bir antiemperyalist söylemi köpürtebilmesi için olanak sunuyor.

2017 boyunca AKP iktidarı, iç siyasette mevzi kaybettiği her aşamada şoven duyguları kaşımayı ve Batı karşıtlığını bir kaldıraç olarak kullanmayı denedi. 16 Nisan Referandumu öncesinde ‘evet’e endekslenen Hollanda ve Almanya gerilimi bunlardan biriydi. Sonrasında iktidar ile AB sözcüleri ve raportörleriyle yaşanan polemikler içeride muhalefeti sindirmek, karalamak için işlevsel kılındı. Yargı süreçleri içte ve dışta bir şantaj mekanizmasına dönüştürüldü. Deniz Yücel ve Büyükada davası gibi birçok siyasi davada, Batı’ya “mesaj” verme kaygısı öne çıktı. Terör saldırıları, Brexit ve Katalonya referandumu başta olmak üzere kendi iç meseleleri ile uğraşan AB, Türkiye’deki antidemokratik rejime dair eleştirilerini tutarlı bir siyasi tutuma tercüme edemediği gibi, söz düellosundan AKP’nin kârlı çıkmasına da engel olamadı. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’nin adaylık sürecinin askıya alınmasını öneren raporu onaylaması dahi Batı’da ve Türkiye’de beklenen etkiyi yaratmadı. Neoliberalizmin krizi, AB’nin cazibesini erozyona uğratmıştı ve daha önemlisi Türkiye Avrupa’dan artık fersah fersah uzaktaydı.

Trump ve AKP’nin derin hayalkırıklığı
ABD ile Türkiye arasında 2017 boyunca yaşananlar, Avrupa gerilimini ikinci sıraya itecek kadar güçlüydü. 2017’nin ilk günlerinde dünya siyasetinin merkezinde ABD seçim sonuçları vardı. Seçim yarışında Batılı bir başkan adayının yapmaması gereken ne varsa yapan Trump ipi göğüslediğinde, Amerikan başkenti büyük protestolara sahne oldu. Avrupa’da ise Marine Le Pen’den Geert Wilders’a aşırı sağın tüm aktörleri sevinç çığlıkları attı. Trump’ın “başarısı”, onlar için de “umut” vesilesiydi; ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı, sağ popülist dil ve vaatler seçim kazandırabiliyordu! AKP iktidarı da Trump’ın kazanmasını dört gözle bekleyenler arasındaydı. Hillary Clinton’ın etrafını Fethullahçıların kuşattığını söyleyen yandaş yazarlar, Obama’nın ikinci döneminde Türkiye ile ABD arasında artan gerilimin giderilmesi için Trump’ın yakın çevresine yatırım yapılmasından yanaydı. AKP, miktarını bilmediğimiz paraları ABD’de de lobicilik yapan isim ve kuruluşlara aktardı, emekli askerleri ve akademisyenleri Washington’a gönderdi. Seçim akşamı Cumhuriyetçiler için Türkiye’de kapalı kapılar ardında partiler bile düzenlendi. Trump zafer konuşması yaptığında Erdoğan ile Trump arasındaki benzerliklerden iftihar tablosu çıkaran da AKP’li isimler ve yandaş yazarlardı.

Nesnel analizden mahrum bu coşku kısa sürdü. Suriye politikasında sırtının sıvazlanmasını bekleyen AKP, Trump’tan beklediğini bulamadığı gibi kısa süren Trump ve Erdoğan buluşmaları vaatlere rağmen “stratejik ittifak” günlerinin geride kaldığını gösteriyordu. İlerleyen dönemde etrafı militarist aktörlerle çevrilen Trump bir yandan kendi konumunu güvence altına almaya çalışırken diğer yandan küresel dengeleri yerinde oynatacak hamleler yapacaktı. Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu 6 ülkeye vize yasağı ile başlayan süreç, yıl bitmeden Trump’ın Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıyla yeni bir boyuta ulaştı. Obama döneminde şahin askerlerin itiraz ettiği İsrail-Filistin sorununa müzakereci çözüm ve İran ile ilişkileri kısmen yumuşatma taktiği sona erdi. Ortadoğu denkleminde taze taşeron arayışına giren Trump yönetimi, “ılımlı İslam’ın yeni yıldızı” Suudi Arabistan üzerinden hamleler yaparken hem Suudilere hem de Katar’a yüklü miktarda silah sattı. Bölgede daha büyük çapta çatışmaların patlak vermesine neden olacak zemini yeniden üretti. Suudiler ile İranlıların vekalet savaşı yürüttüğü Yemen’den Lübnan’a bölge, saatli bomba üzerinde oturuyor. 2018’de Ortadoğu’da yeni krizlerin baş göstereceğini düşünmek için yeterli sebebimiz var.

2017’de Suriye’de üstünlüğü net biçimde Rusya-İran ittifakının ele geçirmesi neticesinde ABD’nin sahada Kürtler’den başka etkili müttefiki kalmadı. Bu nedenle Rakka operasyonu başta olmak üzere Türkiye’nin PYD’ye yönelik çıkışlarını kulak arkası etti ve bu durum AKP tarafından iç siyaset malzemesi olarak sıkça kullanıldı. Her ne kadar Trump, PYD-YPG’ye yeni silah göndermeyeceğini açıklasa da, Kürtleri sadık müttefik olarak gördüğünü yineledi. Erdoğan’ın alt-emperyalist aktör olma hırsı Beyaz Saray’ın bölgeyi dizayn etme projesiyle uyumlaştırılamayacak düzeye geldiğinden iki ülkenin yönetimi arasında 1980’lerden sonra karşılaştığımız en büyük kriz patlak verdi. Vize meselesi ve Sarraf vakası 15 Temmuz 2016’dan sonra adım adım yükselen politik gerginliğin son perdesiydi. 17-25 Aralık sonrasında kendi soruşturmasını kendi yürüten ABD’nin Sarraf olayında elde ettiği kanıtları biriktirdiği ve bir koz olarak sakladığı ortaya çıktı. Sarraf’ın itirafçı olmasıyla yön değiştiren davada rüşvet döngüsü bir kez daha ifşa oldu. Ancak yer yerinden oynamadı. Hem ABD’nin hem de AKP cenahının, davanın siyasi etkilerini sınırlama konusunda örtük bir anlaşmaya vardığını düşündürtecek bir sürece tanıklık ediyoruz. ABD, Türkiye’yi Rusya’ya doğru daha fazla sürüklememek adına gerilimin dozunu zaman zaman düşürüyor. Erdoğan da Trump’ı doğrudan karşısına almak yerine ‘çevresini’ hedef alıyor. Bu durum iktidarın kirli ilişkilerinin mahkûm edilmesinde “dış dinamiklere” bel bağlamanın anlamsızlığını gösteriyor.

Rusya - İran hattı
Rusya ve İran, Suriye savaşının yarattığı türbülanstan kazançlı çıkan taraf oldu. Esad’ın elini güçlendiren Rusya ve İran, bölgedeki nüfuzunu tahkim etti. Putin ile Esad’ın Soçi zirvesi öncesinde dünyaya verdiği fotoğraf, Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinde esas aktörün kim olduğunu/olacağını anlatıyordu. AKP’nin Rusya-İran hattına yakınlaşmak zorunda kalması, Suriye politikasındaki “u dönüş” ile eşanlı gerçekleşti. Bu bir tercih olmaktan çok, zorunlu bir manevraydı zira AKP’nin elinde bölgeye dair başka bir hamle kalmamıştı. AKP iktidarı Esad yönetimi ile dolaylı yoldan temas kurma ve Rusya-İran’ın siyasi çözüm tezini destekleme mecburiyetinde. 2018’de Suriye’de çatışmalar nihayete ermeyecek ama siyasi çözüm ete kemiğe bürünecek.
2017-nin-dunya-siyasetine-turkiye-den-bakmak-407787-1.
Putin’in bölgedeki Kürt aktörlerle teması 2017 boyunca sürdü. Rusya, Kürtlerin tamamen ABD etkisi altında kalmaması için siyasi ve askeri işbirliği seçeneklerini masada tuttu. Erdoğan ve AKP, ABD’ye yönelik YPG eleştirilerini Ruslara yöneltmekten özenle kaçındı. Aynı tespiti, Irak’ta artan Şii nüfuzu için de tekrarlayabiliriz. Daha önce Irak Merkezi Yönetimi'ni İran etkisine açık olduğu için mezhepçilik ile itham eden AKP, Barzani referandumunda izlediğimiz üzere şimdilerde Irak Merkezi Hükümeti'yle sıcak ilişkiler kurma peşinde.

2017’de IŞİD’in Irak ve Suriye’de yaşadığı büyük toprak kayıpları, örgütün bitirildiğine dair bir zan oluşturdu. Ancak IŞİD, Mısır ve Afganistan başta olmak üzere birçok ülkede saldırılarına devam ediyor. Ötesinde Suriye’den ayrılan IŞİD militanları için Türkiye yeniden bir sığınma adresine dönüştü.

Bizi bekleyenler
2017, AKP’nin küresel ve bölgesel politik krizlere karşı Türkiye’yi çok daha kırılgan hale getirdiği bir yıl olarak tarihe geçti. Yeni Osmanlıcı düşlerden vekâlet savaşlarında taşeronluk düzeyine inmiş bir askeri-politik dış politikaya Türkiye’yi mahkûm eden iktidar, varlığını sürdürmek adına emperyalist aktörlere ödün üzerine ödün verdi. İç politikada kullandığı hamaset, uluslararası arenada çoğu zaman teslimiyete dönüştü. Bugün AKP’nin elinde tek kalan, Suriye’de Kürt devletinin oluşmasına engel olma iddiası. İktidar blokunun diğer unsurlarını; orduyu, Bahçeli’yi, Perinçek’i Saray saflarında tutan militarist siyasetin kodları burada saklı.


2018’de Batı ile ilişkilerin düzelmesi mümkün görünmüyor. Belli ki ABD ve AB ipleri koparmasa da Türkiye yalnızlaşmaya devam edecek. Ulusal sermayenin Batı ile ilişkileri normalleştirme çağrıları bir süre daha olumlu cevap bulamayacak. İçte ve dışta sıkışan iktidar bloku, kendi bekasını garanti altına alma adına milliyetçi ve militarist politikaları tüm hızıyla sürdürecek. Bu, ülkenin iç barışını ve bölgesel rolünü tehdit edecek düzeyde yeni krizlere yol açacak. Tam da bu nedenle, birleşik bir toplumsal muhalefet, iç ve dış politikada tutarlı ve etkili bir siyasetin ancak AKP’siz bir Türkiye ile mümkün olabileceğini geniş kitlelere anlatacak yeni yöntemler bulmak zorunda. Gerçek bir antiemperyalist, barışçıl ve bağımsızlıkçı dış politika ülkeyi yaklaşan fırtınadan kurtarmanın tek yolu.